Füsun Erdoğan'ın iletişim yasağı dönemi boyunca yayınlayamadığımız mektuplarını dizi olarak yayınlıyoruz.
* * *
Sevgi ve özlem yüklü kocaman bir merhabayla satırlarıma başlamak istiyorum.
Çünkü ölümler ve ciddi sakatlanmalar olmadan Öcalan'ın çağrısıyla tutsaklar açlık grevini bitirdiler.
Ayları bulan git-gellerin ardından nihayet ameliyat oldum.
En önemlisi de, ameliyatımın başarılı geçmiş olması ve tiroitte bulunan nodüllerdeki atipik hücrelerin patoloji sonucunun iyi çıkması.
Ve 30 Eylül'de başlatılan iki aylık iletişim cezamın bitmesi.
Tutsaklık koşullarında insanın pozitif bir enerjiyle dolması, neşeli olması için hepsi de kendi başına önemli ve esaslı gerekçeler bunlar.
Her kışın sonu bahara açılmış ya!
Yaşadıklarımız da öyle bir şey işte.
Epeyce rahatladım sayılır.
Üstelik yatmak zorunda olmam nedeniyle, bol bol tembellik yapıp, yatakta kitap okumanın keyfini çıkarıyorum.
Hastane günleri hayli değişikti.
Bir pencerenin ardından insanları, dünyayı seyrediyormuş gibiydi her şey.
Hastanelerde mahkûm koğuşlarının yerin altında, izbe, havasız yerlerde olması yetmezmiş gibi,
bir de morgun yanına yapılır nedense!
Neresinden baksanız her şeyiyle zulüm politikalarının bir parçası, gayri insani olduğu gerçeği yüzünüze çarpar.
Ben "şanslı" olanlardanım.
Mahkûm koğuşu olan hastanenin donanımı benim ameliyatımı gerçekleştirmeye uygun olmadığı için, yerin altında, morg yanında, izbe, havasız bir mahkûm koğuşu yerine, hastanenin en üst katında, koridorun sonunda, aydınlık, havadar, pırıl-pırıl bir hastane odasında kaldım.
Kapıda nöbet bekleyen askerler, odadaki kadın asker ve kadın gardiyana rağmen, yıllar sonra normal yatakta, Karadeniz'in o muhteşem yeşilini kucaklamış bir pencereden gökyüzünü seyrederek bir sabaha uyanmak!
Ameliyat olma stresine rağmen hakikaten müthişti!
Düşünsenize...
Yıllar boyunca gri ranzaların ortasında beton duvarları ve çatıları kaplayan NATO tellerinin çirkinliğine gözlerinizi açmışsınız.
Bütün bu çirkinliklerin ortasında güzel olan tek şey ise, günün nöbetçisinin güler yüzlü "günaydın arkadaşlar" diye sizi uyandırması.
Ve birden bir sabah hazan mevsimine inat yemyeşil kalmayı, hatta yeşilin değişik tonlarını bağrında saklamayı başaran dağları görüyorsunuz gözlerinizi açtığınızda.
Yanı başımda sımsıcak sevgisiyle sarıp sarmalayan ablam...
Hastanenin en ilginç ve güzel yanlarından biri de; ilk anda kendimi gösterime çıkarılmış bir canlı gibi hissetmeme neden olsa da...
Askerin tüm uyarılarına rağmen bazı hasta ve refakatçilerin, ziyaretçilerin bu uyarılara aldırmadan, kafalarını uzatıp içten, sevecen bir ses tonuyla "geçmiş olsun" demeleri.
Koridorda karşılaştıklarında sevgi dolu bakışlarla nasıl olduğumu sormalarıydı.
Dedim ya; her şeye rağmen ben "şanslıydım"!
Her şey bir yana, yanı başımda bekleyen ablamın geceler boyunca elimi tutup, rahatsız etmemeye çalışarak saçlarımı okşaması.
Her fırsattan tuttuğu elimi sevgiyle öpmesi...
Beni rahat ettirmek için ne yapacağını bilememesi.
Yıllar sonra görüş günlerinin bir saatlik zaman baskısı, kabinlerdeki telefon ahizelerinin o soğuk, metalik sesi olmadan konuşabilmek, özlem gidermek bir başka güzeldi.
Ama taburcu olduğum gün ringin penceresinden el sallayan ablacığımın hali bir yumruk gibi boğazıma oturdu.
Yol boyunca aklım da, yüreğim de onda kaldı.
Ta ki, hapishaneye gelinceye ve koğuşdaşlarıma kavuşuncaya dek...
Şengül'ümün o hali gözlerimin önünden gitmedi.
Koğuştan gideli sanki aylar geçmiş gibi geldi.
Bana dair her şeyi öylesine ince düşünüp hazırlamışlar ki.
Hastanedeyken Xece idareyle görüşmüş.
Koğuşça çiçek aldırmak istemişler.
"Madem dışarıdan ailelerin çiçek getirmesi yasak; o halde hasta arkadaşımıza dışarıdan çiçek almamızı sağlayın," diye ısrar etmiş.
Uzun tartışmaların sonucunda dış kantinden çiçek alınması için idareyi ikna etmiş.
Dayanıklı bir çiçek olduğu için de sardunya ısmarlamış.
Geçtiğimiz Pazartesi öğleden sonraydı.
Bir ara aşağıdan sesler geldi.
Ben hariç herkes aşağıya mazgala indi.
Ve bir süre sonra bir de baktım k; Xece önde, elinde ufacık bir saksıda mini minnacık bir sardunya.
Arkasında diğer arkadaşlar.
Yaşadıkları hayal kırıklığının yarattığı bir yüzle "geçmiş olsun, bu da bizden sana" diyip, cılız mı cılız minnacık saksıdaki sardunyayı uzattılar.
Ardından sardunyanın öyküsünü anlatınca, arkadaşlarımın uğradığı hayal kırıklığını anladım.
Bu günlerde Xece dış kantinciyi görünce kısa da olsa bir cümle krizi yaşıyor.
Arkadaşlar kantinciye "bu sardunyayı almak için çok mu aradın" diye sordular.
Kantinci de, yemin billah çok aradığını ve ancak bunu bulabildiğini söylemiş.
Bense cılız da olsa sardunyamız; bu koşullarda düşünüp, uğraşıp aldırmanın başlı başına bir maharet, güzellik olduğunu düşünmekteyim.
O sebepten geride kalan günlerde beni yalnız bırakmayan aileme, Şengül'üme, koğuşdaşlarım Xece, Sultan, Meral, Hülya ve Gule'ye...
Doktorlarıma, hapishanenin sağlıkçılarına...
İletişim cezamın bitmesiyle mazgaldan uzanan kart, mektup, faks demetiyle gelen dostlarıma, arkadaşlarıma çok teşekkürler.
İlgileri, duyarlıkları ve sevgileriyle hepsi sağ olsun.
Ve sonuç olarak; "şanslı" olsam da bu süreçte, yaşarak gördüm ki, hapishanede hastalanmak da, tedavi olmak da hakikaten çok zor ve meşakkatli bir durummuş! (FE/HK)
* Füsun Erdoğan, 24 Kasım 2012, Gebze