O sabah 10 Kasım’a uyandığımı unutmuştum.
Sıraya hürmet etmeyenlerle rekabeti asgari seviyede tutabilmek ümidiyle adanın cuma pazarına bir robot edasıyla gayet erkenden indiğimde her zamanki gibi afyonum muhakkak ki daha patlamamıştı.
Müdavimi olduğum tezgâhlardan birinde tam elma ve portakallara bakarken aniden sirenler çalmaya başlamış, ben donakalmıştım.
Pazarcı durumun farkına varmamış şekilde bana mallarının reklamını yapmaya devam ettikçe ben kaş göz işaretiyle saygı duruşuna geçmesi gerektiğini ifade etmeye çalışıyordum.
Meyvelere dönük şekilde geçirmekte olduğum bu 10 Kasım'ın ne kadar absürd olduğunu düşünürken yan tezgâhtan “Hııışt, hııışt, hııııııııışt…” diye sesler duydum.
Usulca başımı çevirdiğimde peynirlerin çoğunlukta olduğu tezgâha bir kedinin göz diktiğini gördüm.
Yaşlıca satıcının usturuplu sayılabilecek uyarıları fayda etmemiş, kedi tezgâha tek hamleyle atladığında adamcağız dik duruşunu bozmak durumunda kalmıştı.
Aslında adanın her köşesine müsrifçe atılmakta olan sanayi tipi kedi mamasıyla çoktan doymuş olması beklenen kedi, ağzında bir eski kaşar kalıbıyla sıvışmayı başarmış mıydı hatırlamıyorum; ama saygı duruşu için çalan sirenlerin onun için hiçbir şey ifade etmediğini, hatta donakalmış halimizin onun için fırsat oluşturduğunu rahatlıkla teyit edebilirim.
Sirenler kimin için çalıyor?
"Preemptive Listening" (Temkinli Kulak) adlı olağanüstü belgesel dünyamızda sirenlerin, alarmların, uyarıcı aygıtların insan ön plana alınarak tasarlandığını ve kullanıldığını, dolayısıyla bir felaketle karşılaşıldığında bilhassa kendi ırkımızı kurtarmaya koşullandığımızı, tabiatın geriye kalan kısımlarını pek umursamadığımızı hatırlatıyor.
İstanbul adalarının sokakları aslında yaya yolu olduğundan, manevra yapmakta epeyce zorlanan taksi ve otobüs şoförleri mütemadiyen geri geri gitmek zorunda kalıp araçların “DIT…DIT…DIT…DIT…DIT…DIT…DIT…DIT…DIT…” uyarısını ister istemez harekete geçirdiğinde, obezlikten yürüyemeyen yaşlı köpekler, FIP’ten iflahı kesilmiş kediler, kanadı kırık martılar veya çelimsiz karga yavruları bizim için fazlasıyla kulak tırmalayıcı sesi duyuyor ve layıkıyla yorumlayabiliyor mudur acaba?
Gözü doğru dürüst görmeyen ve kulakları duymayan ihtiyar vatandaşlar da cabası!
Yönetmen, senaryo ve montaj hanelerinde kadın sinemacı Aura Satz’ın adını gördüğümüz 2024 Birleşik Krallık-Finlandiya ortak yapımı belgesel 89 dakika boyunca hayatımızı kuşatan agresif sesler, işitsel ve görsel uyarılar hakkında bizi bilgilendirip zenginleştiriyor, meselenin derinliklerine dalıp işin felsefesini yapmaya kadar vardırıyor.
Ağırbaşlılıkla ilerleyen film, savaş sırasında düşman saldırılarını muntazaman bildiren tam teşekküllü sirenler ağıyla tehlikeyi derme çatma biçimde halka bildiren alarmları kıyaslayarak güncel bir trajediye de parmak basıyor.
Koyun sürüsü müyüz?
İddialı belgesel Dünya prömiyerini MoMA’da gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX’ta NEW:VISION ödülüne layık görülmüştü; FIPRESCI jürisinde Türkiye’den Melis Behlil, Polonya’dan Maja Korbecka ve Güney Kore’den Jung Jae-Hyung’un yer aldığı 2024 DMZ uluslararası belgesel festivalinde de deneyselliğiyle dikkat çekmişti.
Bizim adalara dönersek, sayfiyeden el ayak çekildikten sonra iyice boşalan sokaklar hız fetişistleri için bir gokart pistine evrilirken, çok daha net şekilde duyulan ambulans, polis otomobili veya itfaiye aracı sirenleriyle kulaklarımızın pası siliniyor.
Muhtelif iskelelere yanaşan bilumum deniz araçlarından ve ana iskeleden yükselen uyarı anonsları bir yana, Mussolini rejimindeymişiz gibi Adalar Belediyesi'nden megafonlarla yapılan duyurular, sükûnetiyle tanınan adaları bir kasaba panayırına dönüştürüyor; üstelik içeriğini anlayabilene aşk olsun… yani “Yeter ki dostlar alışverişte görsün” vaziyeti.
Desibeli iyice artırılmış ezanın ise yalnız Alevi vatandaşları değil, gayrımüslim vatandaşları bile devşirme ihtimali yüksek.
Neo-liberal düzenin çakallığı
Büyük bir kısmı 2. Cihan Harbi'nden veya Soğuk Savaş zamanından kalma sirenlerin insanda yarattığı panik hissini yumuşatmak için mi ne, yönetmen Satz 20’den fazla sanatçıdan yeni siren sesleri üretmesini istemiş.
Nükleer felaketi yaşamış Fukuşima’dan İskoçya'daki bir petrol rafinerisine, deniz taşmalarına karşı Hollanda’daki devasa bir bariyerden Şili’deki bir volkan izleme merkezine, adeta bir devrialem halindeyken mevzubahis yeni siren sesleri bize usulca eşlik ediyor.
Hayatın aniden askıya alındığı, deprem, yangın, işgal veya ayaklanma gibi dinamiklerde harekete geçirilen agresif sirenleri duyduğumuzda soğukkanlılığımızı ne kadar koruyabiliyoruz?
İtaat etmemiz beklenen, krizi yönetme görevi verilmişlere güvenip onlarla ırkdaşlarımızın imdadına yetişmek üzere işbirliğine girecek kadar sakin kalabiliyor muyuz, yoksa toplumsallığı bir tarafa bırakarak başımızın çaresine mi bakıyoruz?
Ya böyle durumları fırsat bilip çakallığa soyunanlara ne demeli?
İtalya’nın Aquila şehrinde deprem olduğunda telekulağa yakalanmış iki Sivil Savunma bürokratının bu felaketi nasıl fırsata çevireceklerini kıkırdayarak paylaştıkları anlar unutulabilir mi?
Acaba her şeye rağmen paniğe kapılmadan kolektif davranma kapasitemizi köreltmek isteyenler mi var?
Yoksa felaketlerden, usulsüzlükten, kaostan nemalanan bir rejimin içine, boğazımıza kadar batmış durumda mıyız?
Devamlı bir korku hissi ile sindirilmeye çalıştığımız da çok açık değil mi?
Alarm yorgunluğu mu çekiyoruz?
Sesin her insandaki algısı farklı seviyelerde olduğundan tüm dünyada sesin agresif yanları aslında pek ciddiye alınmıyor. Mevzuyu muhtelif yanlarıyla inceleyen hipnotik belgesel gürültüden en çok duyarlı ruhların mustarip olduğunu hatırlatıyor.
Mesela Ada vapurlarında birçok cep telefonundan eş zamanlı şekilde yükselebilen bilumum cızırtılı yayınları birileri hiç umursamazken bazılarının kakofonik tacizden bir hayli şikâyetçi olduğu aşikâr.
Belgeselde tanıdığımız Mental Health First (Önce Akıl Sağlığı) adlı bir organizasyon, kriz geçirmekte olan bir insanın olay yerine ulaşmış polis aracının sireninden kesinlikle rahatsız olduğunu, hatta sirenin krizi tetiklediğini, kişiyi paniğe sevkettiğini tespit etmiş. Dolayısıyla acil durum karşısında kendileriyle temas kurup güvenlik kuvvetlerinden medet ummadan krizi çözmek isteyen insanlara destek veriyorlar. Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri'nde polisin öldürdüğü dört kişiden birinin o anda kriz geçirmekte olduğu istatistiklerden biliniyor.
Belgeselde polis otomobillerine takılan tepe ışıklarını üreten bir fabrikaya ziyaretimiz sırasında mütemadiyen yanıp sönen ışıkların da sağlığımıza iyi gelmediği hususunda malumatlandırılıyoruz.
Hastanelerdeki muhtelif tıp aygıtlarının ayrı ayrı uyarılarının da hastalara çok da iyi gelmediği malum.
Bir de farklı farklı tınıları ve ritmik ışık çeşitlerini her an dikkatlice takip etmesi gereken hastane personelinin eninde sonunda alarm yorgunluğu çektiğini öğreniyoruz.
Türkiye’de de, yalnız ses hususunda değil, ışık konusunda da yaşanmakta olan anarşi yüzünden önüne gelen istediği kuvvette ve yönde LED ampulleri, hatta projektörleri döşüyor; gece karanlığı bazen kimsenin işine yaramayacak şekilde hoyratça yırtılıyor.
Bir de Ada'nın ana iskelesinde spottan spota geçerken ani renk ve ışık patlamalarıyla bizi sabaha kadar uyaran fiyakalı pano var.
Canlı olduğumuzu hissetmek için bu kadar agresif uyarılara muhtaçsak, vay halimize! (MT/TY)