On yıl önce Hacettepe Üniversitesi'nin yurtlarına yeni gelen öğrencilerin, benim ve daha sonradan arkadaşım olacak kişilerin, odalarına gece yarısı bir baskın yapılmıştı. Bu baskın üç dört öğrencinin ve etrafındaki ortakçılarının taciz tanımlaması içine düşecek bir şakasıydı. Gece yarısı insanların odalarının kapısını kırarcasına yumruklayıp, bağrışlar, küfürler ve fiziksel temaslar eşliğinde içeri giren bu gruptan bir kişi, kendini bilmem ne ülkü ocağının “reisi” olarak tanıtmıştı bağırarak. Bu taciz, kimlik sorgusundan, Türk müsün, Müslüman mısın sorgusuna, İstiklal Marşı’nı veya emrettikleri! bir duayı okutmaktan, masa üstüne bıçak saplamaya kadar uzanıyordu.
Tüm bu olanlar üç beş öğrencinin şakasıydı belki ama korku unsurunun reis ya da ülkücü grup üzerinden kurgulanmış olması kayda değer bir bağlamdı. Çünkü böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığına ilişkin beklentilerimiz ve ön kabullerimiz vardı. Çünkü devlet yurtlarındaki “reis” tahakkümüne ilişkin hikâyeler öğrenciler arasında konuşulan bir şeydi: orada gerçekleşen vahametlerden bir şekilde haberdardık. Ankara’daki başka bir üniversitede reislerin, üniversite boyunca nasıl bir tahakküm zinciri ve korku ağı kurdukları da öğrenciler (bizim) arasında konuşuluyordu.
Lisans tez çalışmamla ilgili olarak o üniversiteye gitmem ve kadın öğrencilerle görüşmem gereği doğduğunda konuyla ilgili yardım istediğim bir öğrenci “reislerden izin alman lazım” dediğinde konuşulanlara bir adım daha yaklaşmıştım. Bunların yanı sıra bir ideoloji altında biçimleneduran, dışa kapalı içedönük bu gençlik eksenli ve çete özelliğindeki bu teşkilatlanma karşısında korku duymamıza neden olabilecek toplumsal ve tarihsel temellendirmelerin mevcut olduğunu söylemek zor değil. Örneğin benim okuduğum lisenin kısa mesafe uzağında bir ülkü ocağı şubesi vardı. Sınıfımda ve okulumda bu şubelere giden oğlan çocukları topuklarına basa basa sert adımlarla yürür, her an kavgaya hazır havası dağıtır, birbirine reis diye seslenir, okulu kontrol ederdi. Kimsenin onlara bir şey dememesi gerekirdi, onlardan korkulurdu. Bir haberle koca bir ocak, bir kişinin tepesine binebilirdi! Bu nedenle yurttaki oda baskınında korku yaratımının reis veya ülkücü kimliği üzerinden yapılması bir rastlantıdan öteydi.
Bu onlarlar on yıl önce gerçekleşmişti. Peki, ama o zamanlar Beytepe kampüsünde şaka kisvesi altında sembolik bir korku unsuru olan reis veya ülkücü kimliği, nasıl sembolik bir düzeyden somut bir hale dönüşmeye başladı? Son dönemlerdeki terörle mücadele söyleminin etkisi bir yana, bu süreç kampüste neredeyse on yıldır yaşanıyor.
On yıl önce Beytepe’de hazırlık sınıfına başladığımda, İngilizce hocamız “çocuklar, hiçbir ideolojinin kölesi olmayın” diyerek tüm sınıfı uyarmıştı. Bu mesaj doğrudan solcu gençlere yönelik söylenmişti çünkü kampüste yoğun bir görünürlükleri vardı. Yani, hocamız bize üstü kapalı bir şekilde “solculardan” uzak durmamızı öğütlemişti. Sonra bizi (solcu) öğrencilerin dağıttığı broşürleri alıp yere atmamız konusunda uyarmış ve bir anısını anlatmıştı. Bu öğütler, okula yeni başlamış ve ailelerinden belki de ilk defa uzaklaşmış bizlerin, solculara biraz mesafeli durmasına yol açmıştı. Üstelik içten içe korkmuştuk, çünkü kampüsün her yerinde mevcuttular. Bu öğrenci grubu kampüste broşürler dağıtır, el yapımı ürünler satar, öğrenci kulüplerinin masasını açar, diğer öğrencileri davet eder, etrafa posterlerini ve bildirilerini asarlardı. Sonra bir de resmi olmasa da onlara ait, onların yoğunlukla takıldıkları yurt kantini vardı. Onlara ait deyince yanlış anlaşılmasın, herkes girer çıkardı, bir kitaplık bile oluşturmuşlardı. Kantinin o köşesi ve camları hep posterlerle dolu olurdu: Marksizm, emek, işçi sınıfı… Toplumsal belleğin etkisi ve hocamızın söyledikleri, benim o posterlerin önünde durmamam yönünde bir içbaskılama geliştirmeme neden olmuş ki, hep üstünkörü bakarak geçiverdim o kütüphanenin de posterlerin de önünden. Belki de çoğumuz geçiverdik. Çünkü sempatim(iz) olduğu algısını uyandırabilirdim(k), bana/bize yanaşabilirlerdi, beni/bizi aralarına dahil etmeye çalışabilirlerdi. Ne korku, ne iç ses ama! Gelgelelim yıllar içinde bu korkulanların hiç biri olmadı: ne bir solcunun ilgisini ya da tepkisini çektim, ne de bir ısrara ya da rahatsızlık verici bir hareketlerine bireysel olarak maruz kaldım.
İlerleyen yıllarda kampüste değişimler olmaya başladı. Öğrencilere hizmet veren kantinler kapatılmaya, kampüs sokaklarında kitap ya da el yapımı ürünlerin satışı yasaklanmaya veya görevliler tarafından toplatılmaya başlandı. El yapımı bileklikler ya da çeşitli ürünler alabildiğimiz mütevazı yer sergileri yok oldu, yerlere serilmiş kitaplar yok oldu, dağıtılan broşürler hele ki koca posterler de birer birer kayboldu. Gece asılan kaçak posterlerin sabah saatlerinde güvenliklerce indirilmesi büyük bir kararlılıkla süregitti yıllarca. Bunlar potansiyel olarak hep o solcu dediğimiz öğrencilerle ilişkili kampüs pratikleriydi. Bunlarla eşanlı olarak küçük kantincikler de kampüs hayatından silinmeye başladı. O zamanlar döneri ile ünlü Çiğdem kantin ve niceleri bir bir kapandı… Sonra yukarıda bahsettiğim sözde solculara ait olan kantine sıra geldi. En son o kalmıştı kapatılmayan. Nihayetinde duvarlarından ve pencerelerinden inen posterler gibi, o kantinin de kepenkleri indi. Ama bu yeterli olmadı, kapısına duvar örüldü. Sonra bu duvar solcular tarafından kırıldı ve sonra o duvar bir defa daha, son kez örüldü. Artık bazlama tost ya da ekmek arası patates kızarması yoktu gecenin bir yarısı imdada yetişecek. Ama en temelde solcuların toplanma yeri, solcuların kütüphanesi, solcuların kafesi yoktu artık. O kafeye (solculara) ait tüm izler, tarihsellik ve anılar yani tüm solcu çağrışımlar siliniyordu kampüsten ve kampüs belleğinden.
Sözde solcu mekânı o kantin kapanmadan öncelerde bir gün, kantinin önünde bir sürü öğrenci toplanmıştı akşamüzeri. O gün sayısını hatırlamadığım sayıda asker ölümü gerçekleşmişti ülkede. Bir öğrenci, kantinin önünde konuşma yapıyordu ateşli bir biçimde ve provokatörlüğe varan boyutlarda. Kampüs içinde bir kısa bir yürüyüş gerçekleştirilecekti. Bu kişi laf arası hemen yarın kutsal görevini yerine getirmek için askerlik işlemlerini başlatacağını topluluğa duyurdu. Sonrasında İstiklal Marşı’nı okutup, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” direktifini düzenli olarak tekrarladı. Tüm bunlar olup biterken kantinin camdan duvarının tam önüsıra, içeridekiler ve içerideki solcu gençler dışarıdakilere-bize bakıyorlardı, dışarıdakiler de içerdekilere. Dışardakiler fısıltılar halinde “neden gelmiyorlar?, Ölen askerlere hassasiyetleri yok mu?, İnsanlar ölürken onlar kantinde rahat rahat oturuyorlar! gibilerinden konuşuyorlardı. Ne de olsa solculardı, açıklama buydu. Ama ne dışardakiler ne de içerdekiler birbirlerine bakmanın ötesine geçtiler. Hiçbir şey olmadı. Dışarıdakiler olarak, nidalar ve öndeki “yarın askere gidecek olanın” eşliğinde kampüsü dolaştık akşam akşam. Ne solculara ait kantinin önünde, ne yurtların oradan geçerken ne de kampüsün herhangi bir yerinde bir sözel ya fa fiziksel bir saldırıya uğradık!
Sonrası mı?
Sonrası bugün. Günbegün sol çağrışımlardan neredeyse tümüyle arındırılmış temiz kampüs! Solcuların korku unsuru haline dönüştürülmeye çalışıldığı ve hatta bunda başarılı olunduğu, solcular konusunda uyarıldığım(ız) ama solculardan gelen herhangi bir şiddet girişimine ya da eylemine tanık olduğumu hatırlamadığım kampüste bugün, kendine bir zamanlar korku unsuru olarak yurt şakalarında yer bulan ülkücü söylem/eylem tüm tahammülsüzlüğüyle birlikte yükseliyor. Bu tahammülsüzlüğün oranı ise kontrolsüzlük ve göz yumulma ile eşzamanlı olarak artıyor. Aynı tahammülsüzlük, öğrencilere, duvarlara, duvarlara dökülen düşüncelere saldırıyor, hizaya çekmeye çalışıyor: yazılanları ve çizilenleri karalatıp, üzerine kendi ifade ve amblemlerini boyuyor. Tecavüzcüler tarafından katledilen Özgecan Aslan ve Ankara katliamında yaşamını yitiren Hacettepeli Şebnem Yurtman anısına yeşertilmiş bir ifade mekânı olan ve koca kampüs içinde minicik bir köşe kaplayan kadınlar duvarına saldırıyor defalarca. Duvardaki mor köpük panoyu ve pano üzerine asılı kağıt notları parçalıyor. Ali’nin, Berkin’in duvara boyanmış resimlerini, ölümlere ve tecavüzlere yönelik isyan sözcüklerini karalıyor. Ve biz her saldırıda kampüsteki örtülü şiddeti, tehditi, nefreti, kötülüğü ve tahammülsüzlüğü biraz daha hissediyoruz.
On yıl önce yurt müdürüne yurtta yaşananları anlatıp şikâyet ettiğimde, o “yurt şakası” biçiminde geçiştirmişti. Kim olduklarını hatırlayamadığım içinse tümden kapanmıştı bu konu. Bugün, başka tür müdürler kampüste yaşananlara şaka demeye gerek duymuyor. Onların savunuları tam aksine: onlar, vatansever gençler diyor. O nedenle yapanların yüzünü hatırlamanın ya da hatırlamamanın bir önemi kalmıyor. Çünkü üstü kapatılmaya çalışılan bir durum değil, aksine meşru kılınan, üzerinden nefret üretilen, öteki/düşman yaratılan bir durum var. Sokaklarında kimimizin öldüğü, kimimizin ölümden döndüğü, yaşayanların korkuyla adım atar hale geldiği bir Ankara’da ve ülkede, nefes alabilmek, dahası umut yeşertebilmek için tahammülsüzlüğün ve nefretin yaşamlarımızın merkezinde olmadığı kampüslere ihtiyacımız varken, #Hacettepedeteröreson diye paylaşımlarla sonsuz bir nefret söylemi üreten ve körükleyen bir yandan da son bulmasını istediği terörün yerine başka bir tür nefreti ve terörü koyan tahammülsüzlükle, haklı kılınan nefretle, vatanseverlikle nasıl bir geleceğe uyanacağız? (MŞK/ÇT)