üniversitede öğrenciyken okumuştum karl marks'ın damadı, hekimlik yapmamış bir hekim olan paul lafargue'nin "tembellik hakkı"nı.
kitaptaki bu haktan söz ettiği temel makalesinin başında da yer alan lessing'in "sevme, içme ve tembellik dışında / tembellik edelim her şeyde" sözüne uygun yaşadığım bu günlerde, yeniden okudum bulduğum yeni bir versiyonunu o kitabın. başka bir deyişle yeniden keşfettim denebilir çalışmamanın, tembelliğin erdemlerini ve yararlarını.
"biz çalışmayız, adamlarımız çalışır!"
25-30 yıl önce, cüzzam hastalığını kontrol etmeye yönelik olarak yaptığımız taramalardan birisinde kürdistan'ın köylerinden birisinde bir sohbet anında, sözleri ve anlattıkları hoşuma giden altmışlarında bir adama ne iş yaptığını sormuş ve "estağfurullah, doktorum biz çalışmayız, ağayız, adamlarımız vardır, onlar çalışır" dedi.
çalışmanın bir "ağa"ya yakışmadığını o zaman anlamış, sorumdan utanmıştım. onun bu sözüyle birlikte yakınlarımın dedemi eleştirdikleri en önemli konunun yaşamı boyunca toprak dahil hiç çalışmamış olduğuydu.
tüm çocukluk evremde "çalışkan" bir öğrenci, mesleki yaşamım boyunca da "çok çalışan bir insan" olarak nitelendirildim. gerçekten de şimdi olduğu gibi neredeyse hiç boş durmadım.
ama yaşamımı sağlayacak parayı kazanmak amacıyla hiç çalışmadım. başka bir deyişle ben çalışmayı ekonomik amaçlı bir faaliyet olarak tanımlıyorum.
yani yapılan işin, yapan açısından para getirmek dışında hiçbir anlamının olmadığı durumu kastediyorum. daha da açımlayayım; o iş karşılığı aldığı parayı o işi yapana verilse, o işi yapmaktan vazgeçecek, başka şeylerle uğraşacaksa buna "çalışma" diyorum. emeğinden başka satacak şeyi olmayan proletaryanın emeğini paraya dönüştürdüğü faaliyeti kastediyorum. sanırım o ağa da, dedem de, ben de bunu yapmak zorunda kalmadık hiç.
ben yapmaktan hoşlandığım işleri, bana verilen, aldığım paranın eşdeğerlerimden daha az olmasına karşın yaptım. hiç vermeseler de yine yapardım, şimdi yaptığım gibi.
insanın işlevi
yeryüzündeki yaşamın evrimi süresince tüm canlıların bir işlevi olduğunu düşünüyorum. o zanlılar yaparken yaptıkları her şeyi, evrimdeki yerlerini belirleyen işlevin gereği olarak yapmışlardır bana göre. başka bir deyişle her canlının evrim sürecinde bir işlevi vardır. insanın özelliği ve öteki canlılardan farkı ise gelişme potansiyeli olan bir beyne sahip olmasıdır. evrimin bu aşamasında insanın işlevi tüm unsur ve olanaklarıyla o beyni geliştirmektir yalnızca.
onun için ayakları üzerinde durmuştur. çünkü beynin içinde olduğu organı, yani başı yerden bir buçuk iki metre daha yukarıda daha iyi korunabilmektedir. çünkü ayakları üzerinde durabildiğinde, beynini geliştiren en önemli organı olan elleri bir şeyler yapmak üzere serbest kalabilecektir. onun için bir maymundan daha farklı olarak atlayıp sıçrama tutunma yetenekleri yerine daha hedefe yönelik hareket etme potansiyeli gelişmiştir.
insan beyninin icat ettiği ya da yarattığı hiçbir şey için yeniden aynı yaratma / üretme sürecini yaşamamalıdır. şu anda insanın emeği/gücü ile yapılan tüm işler, bir takım makineler, düzenekler, programlar aracılığıyla yapılabilir. insanın ürettiği araçların tümü, kontrolü ve geliştirilmesi dışında insana gerek duymayacak şekilde çalışabilmektedir. dolayısıyla onların yaptığı işleri insana yaptırmak, ya da insan aracılığıyla yapılmasını istemek insana büyük haksızlıktır. beyni geliştirecek faaliyetleri yerine getiren bir insanın da yaşamak için gereksindiği her şeyin ona sunulması gerektiğini, bunu talep etme ve edinmenin onun doğal hakkı olduğunu düşünüyorum.
işte lafargue ile buluştuğum nokta budur. insan bir ekonomik faaliyet anlamında çalışmaya zorlanmamalıdır. bu yalnız insana haksızlık değil, aynı zamanda doğal evrim de geciktiren bir unsurdur. insan işlevini yaşamak için çalışmak zorunda olduğu için yeterince etkin olarak yerine getirememektedir.
çalışmak kutsal değildir
bunlar benim savlarım, meraklısına daha uzun anlatabilirim ama, lafargue'nin tembellik hakkı'na dair yazdıklarını anımsatmak istiyorum size:
lafargue öncelikle "çalışmanın kutsallaştırılması"na itiraz etmektedir. gündelik dilde kullandığımız buna dair tüm yaklaşım ve sözcüklerin bu düzenin sürmesi için kurgulandığı kanaatindedir: "kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir."(s: 16)
bunun daha kapitalizm öncesinde fark edildiğini tarih boyunca çalışma olgusunu gözden geçirerek ortaya koyuyor, çeşitli örnekler vererek anlatıyor. özellikle "demokrasinin beşiği olan atina'da özgür yurttaşların çalışmadıkları" örneklerini yineliyor ve şu sonuca varıyor.
"... işçi sınıfı, dünyadaki tüm uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmadan kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı, ne yazık ki tarihsel ödevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir. cezası sert ve korkunç olmuştur. tüm bireysel ve toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan doğmuştur."(s:19)
hatta biraz daha ileri giderek 1848 devriminden sonra çalışmayı 12 saatle sınırlayan yasayı bir başarı olarak gösterdiğini ileri sürerek "onlar 'çalışma hakkı'nı devrimci bir ilke olarak ilan ediyorlar. yazıklar olsun fransız işçi sınıfına!" diyerek daha o zaman şimdi için de bence geçerli olan " 'çağımız çalışma yüzyılıdır' diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır" (s:23) saptamasında bulunuyor.
biraz da kızıyor olan bitene itiraz edilmemesine hatta övülmesine:
"filozoflar, hiç çalışmadan para pul, han hamam edinmek için yoksullara iş verenlere, 'insansever' diye alkış tutuyorlar. bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. fabrika işçiliğini başlatın, ne neşe kalır ortada, ne sağlık, ne de özgürlük. yaşamı güzel ve yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider."(s:27-28)
çalışma süresi kısalabilir
çalışma sürelerinin kısaltılmasının verimi artırdığına dair, çalışmadan taraf olan ekonomist ve bilim insanlarının da hem fikir olduğunu, yaşanan pratiklerin de bunu gösterdiğini, dolayısıyla daha kısa süreli çalışmanın şimdiki şekilde çalışmaya göre daha doğru olacağını belirtiyor.
bugün avrupa birliği içinde yer alan ekonomik krize itiraz eden halkların çalışma sürelerinin kısaltılmasıyla ilgili taleplerini, iş ortamına "esnek çalışma" yöntemini, başka amaçlarla da olsa öneren işverenlerin ve yöneticilerini nasıl da aynı yerde buluştuğunu görmek, bunun neredeyse yüzyıl önce önerilmesi insanda söylenenlerin "doğru"luğu duygusu büyütüyor.
lafargue bunu şöyle anlatarak bir görev tanımlıyor herkese:
"... daha yüzyıl başından bu yana içine itildiği aşırı çalışmanın, insanoğlunun başına gelen belaların en korkuncu olduğuna işçi sınıfını inandırmaya kalkışmak, benim gücümü aşan bir iştir. ancak, akıllıca düzenlendiği, günde en çok üç saatle sınırlandığı zaman, çalışmanın, tembellik zevkinin tadı tuzu, insan bedenine hayırlı bir alıştırma, toplumsal düzene yararlı bir tutku olacağını anlatmak da beni aşan bir iştir. yalnızca fizyologlar, sağlık bilimciler, ve komünist iktisatçılar bu işe girişebilirler."
bu görevlerin özellikle "komünistler" tarafından ne kadar yerine getirildiğini gördüğümüzde her ne kadar bir "umutsuzluğa" düşsek bile, bu sözlerin söylenmesinden yaklaşık "yüz yıl" sonra özellikle "gençliğin" tutum ve davranışları o umudu artıran bir unsur oluyor.
daha fazlasına, örneğin "makineleşmenin işleri kolaylaştırmakla birlikte sanıldığının tersine çalışma süresini azaltmadığına" dair neler yazdıklarını meraklı okurlara bırakıyorum.
ama makalesinin sonundaki şu saptamasının insanın evrimi ve evrim sürecindeki işlevi konusunda da doğru olduğunu düşünüyorum:
"eğer işçi sınıfı, kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan 'insan hakları'nı, 'yoksulluk hakkı'ndan başka bir şey olmayan 'çalışma hakkı'nı istemek için değil de, her insan günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır..." (s:56)
anayasa maddesi
işte tam bu sözlerin ardından kitabı okuyup bitirince, şu anda yaşadığımız başka bir süreç, "yeni anayasa çalışmaları" aklıma geldi ve "halkın anayasası"nda yer alması gerektiğini düşündüğüm bir anayasa maddesi kaleme aldım, yazımı bu tartışmalara da katkı sunmak amacıyla "çalışmamak yani tembellik bir haktır" diyerek bu öneriyle bitiriyorum:
"çalışma, tembellik ve kendini gerçekleştirme hakkı,
madde: çalışmak ve çalışmamak (tembellik) temel bir haktır.
a) kimse çalışmaya zorlanamaz. çalışmak isteyenlerin işsiz kalmaması için devlet gerekli tedbirleri alır.
b) tüm çalışanlar sendika üyesi olmak zorundadır. hangi sendikaya gireceğine kişi kendisi karar verir. aynı iş kolunda birden çok sendikaya üye olunamaz. herhangi bir nedenle birden çok alanda faaliyette bulunanlar, sürekli faaliyette bulundukları alanda da destek primi vererek sendika üyesi olabilirler.
c) en çok çalışma süresi günde 'üç' (dört) saattir. çalışanın isteği üzerine ve onun yapacağı işi bir başkası yapamayacak durumda ise bu süre en çok yarısı kadar (günde '1,5-2' saat) arttırılabilir. fazla çalışılan süre normal çalışmanın iki katı kadar ücretle ücretlendirilir. fazla çalışma ücretinden gelir vergisi kesilemez.
d) yurttaşların kendilerini geliştirecek her türlü faaliyette bulunması devlet ve toplum tarafından desteklenir.
e) devlet ve yerel yönetimler tarafından belirlenen toplum yararına yapılması gereken bazı işleri yardımlaşma ve dayanışma temelinde yapmak ve kendisi için de yapılmasını istemek de her yurttaş için bir hak ve ödevdir. iş seçimi tümüyle yurttaşın kendi kararıyla belirlenir. bu işler için harcanacak zaman en çok günlük olarak 'iki', aylık olarak 'on' saattir. bu tür işleri yapanlara saatlik mesai ücreti oranında ödediği her türlü vergiden mahsup edilecek bir vergi indirimi yapılır.
f) cumartesi, pazar ve hafta içi günlerden de yurttaşın kendi belirlediği ve yeğlediği bir gün ile, inançsal ve düşünsel aidiyet temelinde önceden ilan edilmiş ve işveren ile devlet/yerel yönetime bildirilen günler çalışanlar için ücretli tatil günleridir.
g) yıllık ücretli izin hakkı her çalışan için istisnasız en az ve toplam olarak '45' gündür. yurttaşlar tatilini nasıl kullanacağına kendileri karar verir. tatil döneminde aldıkları ücretlerinden ayrıca 'gelir vergisi' kesilmez.
h) hastalık hallerinde doktor raporuyla belgelenmek kaydıyla tüm çalışanlar ücretli izinli sayılırlar. çalışanların birinci dereceden yakınlarının hastalık ve ölüm hallerinde 'ücretli mazeret izni' kullanma hakları vardır. bu süre de yılda en çok '45' gündür."
ne dersiniz? konuşmaya, tartışmaya değmez mi sizce? (ms/ekn)