Jean Baudrillard'a göre, kitle iletişim araçları iletişimi değil, iletişimsizliği tetikler. Yani bir "iletim" aracı olmanın ötesine gidemezler.
Gidemezler çünkü, olay ve izleyici arasındaki mesafeyi ortadan kaldırdığına dair bir "-miş gibilik" durumu söz konusu olur.
Yazının ayrı bir önem kazandığı, duyguları ifade etmenin yolu olarak bedenin dışlandığı bir alan olan internet ve sosyal medyada dönen metinler, artık okuyucuda bir imgelem değeri kazanır ve onu da bir izleyici konumuna iter.
Yani izleyici/okuyucu, herhangi bir olaya müdahil olmadığı halde, orada bulunmadığı halde, oradaymış hissine kapılır ya da bir duygu durumundan da öte, haberi izleyerek veya okuyarak "bir şey yapıyor" olmuş olmakla yetinebilir ve hatta övünebilir.
Oysa "imgelerden yola çıkarak dünyayı kavrayabilme olanaksızlığının yanı sıra haberden yola çıkıp eylem ve kolektif iradeye yöneliş de olanaksızdır. Duyarsızlaşma ve eyleme geçme arzusundan yoksun olunmasının nedeni kayıtsızlık ve genel anlamda bir ilgisizlik değildir. Sorun, yeniden canlandırmanın izleyiciyle olan göbek bağının kopmuş olmasıdır." (1)
Acı bir olayı ya da sadece bir olayı yaşamış birinden sık duyulan şey şu olur:
"Orada olman gerekirdi, o anı yaşaman..."
İşte televizyon bizim "olmamız gereken yerde olan" olarak, bize o anındalık duygusunu yaşatan eşya, araçtır. Bir "iletim" aracıdır; bize yalnızca olayı ileten bir araç...
Bir yerde, büyük oranda bizi pasifleştiren, eyleyen olmaktan çıkaran bir araç. Kişi her yerde olamaz, bu fizik kurallarına aykırı; ancak kişinin olabileceği yerde olmaması da pasiflik olur.
"Mesaja değil imgeye bakmak"
Metnin imge değeri kazanması... Bu ne anlama geliyor?
Televizyon ekranı, gene Baudrillard'ın deyişiyle, "her türlü ikili ilişkiyle her türlü 'yanıtlama' olasılığının arasına girer/engeller." Bilgisayar ekranı bundan farklı mıdır peki? En nihayetinde bir "ekran"a sahip olan bilgisayarda da durum aynı değil mi? Evet, aynı.
Bilgisayar ekranının içinde "seyirlik" hale gelen sosyal medya "tweet"leri ya da yazının kutsandığı benzeri metinler de bizde birer imge değeri kazanıyor artık.
Eğer "ekran başına geçildiği andan itibaren metin bir metin değil de bir imge olarak algılanıyor ise", buradaki iletim/iletişim modeli televizyondakine benzer bir motif kazanmaz mı?
Bu durum, izleyici/okuyucuyu ikinci kez pasifize eder. İlkinde bizde bir anındalık duygusu yaratarak olaya dâhil ediyormuş sanrısı yaratan ve bizi eyleyen olmaktan çıkaran ekran, ikincisinde ise gerçekten dâhil olmadığımız/olamadığımız olayı yansıtan "mesaj"dan da uzaklaştırır bizi. Bu bilgisayar ekranı da olsa...
Yaygınlaşan mesleki gazetecilik kodları ve asıl tehlike
Çok bilinen bir olay vardır. Güney Afrika doğumlu Kevin Carter, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğunun ve onun ölümünü bekleyen akbabanın fotoğrafını aynı karede çeker.
1994'te Carter'a Pulitzer ödülünü de kazandıran bu fotoğraf, ödülü aldıktan üç ay sonra onun ölümünün de nedeni olur. Carter intihar eder.
Ardında bıraktığı bir mektupta ise şöyle der:
"Çocuğu kurtarabilirdim, makinemi bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum, şimdiyse önce insan olduğumu..."
Carter'ın bu sözü özel bir durum gibi görünse de, aslında bir meslek olarak gazeteciliğin en büyük problemlerinden, kalıp ya da gerekliliklerinden biridir. Olayı haberleştirip resmetmek ve onu dünyaya duyurmak daha önemlidir gazeteci gözüyle. Carter'ın da yaptığı gibi! Daha çok insan bu durumdan haberdar olacaktır; bir "kamuoyu" yaratılabilecektir.
Peki, böyle midir gerçekten? O akbabanın çocuğun yanı başında attığı pusu son buldu mu? 1994'ten günümüze ne değişti? Sudan, bu fotoğrafla daha iyi bir yer mi oldu; daha insancıl, akbabaların olmadığı bir yer?
Geçenlerde "gazetecilere twitter yasağı" adıyla haberler çıkmıştı. Bu haberin içeriğine çok girmeyeceğim, ancak sadece ajanslar, gazeteler, televizyon ve sosyal medya arasındaki bu "haber alışverişinin" nasıl bir noktaya geldiğini anlamak açısından önemli olduğunun üstünde durmak gerekiyor.
Bence esas sorun, yaygınlaşan sosyal medya ile sınırları çizilmiş mesleki gazetecilik etiğinin/kodlarının her geçen gün daha da yaygınlaşması.
Artık herkes bu "yayma ve gündem oluşturma" işini görev bellemiş görünüyor; yani "olay"lara gazeteci gözü ve profesyonelliliğiyle bakan daha çok insan... Oysa salt "gündem koymanın" bir işe yaramadığını gösterecek onlarca, yüzlerce örnek mevcut; Carter'ın fotoğrafını milat alsak bile...
Burada problem sosyal medyanın gerekliliği/gereksizliği sorunundan başka bir şey. Sorun, gündem koymanın ve kamuoyu oluşturmanın kutsanması, bunun yere göğe sığdırılamaması. Bu işi herkesin aynı anda ve bir aynılıkla yapma arzusudur. Oysa "her şey" bu aynılıktan kırılmak üzere. Çünkü herkes oyuncu olmak üzere?
"Herkesin oyuncu olduğu bir yerde eylem diye bir şey söz konusu olabilir mi?"
Böyle diyordu Baudrillard.
Artık sosyal medyanın ekranı da televizyonun ekranına benzedi. Göze çarpan "yanıt bolluğu", aslında bir "yanıt yokluğunun" simülasyonu.
Baudrillard'la başladık, onunla devam ettik ve onunla da bitirelim:
"Biz dünyayı görebiliyoruz ancak dünya bizi göremiyor, bize bakmıyor. İnsan ancak kendine bakan şeyleri görebilir."
Biz sadece seyirciyiz, bizi göremeyen dünyanın seyircisi. Televizyon ekranında da bilgisayar ekranında da durum aynı... (BA/AS)
(1) Baudrillard Jean, Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği, Doğu-Batı Yayınları, 2005, s.77