Endüstri sonrası toplumu, köklü ekonomik ve teknolojik dönüşümlere vurgu yapan bu kavramlar etrafında tanımlanan; diğer bir deyişle teknik ve ekonomik aklın ön plana çıktığı bir toplum olarak tarif edebiliriz.
Sözü edilen bu sürecin önemli kilometre taşlarından olan, endüstri alanındaki yoğun tekelleşme eğilimi Avrupa'nın birçok ülkesinde 60'lı yılların başına rastlar.
Bu anlamda, teknolojik gelişmeler sayesinde seri üretimin hızlanması ve buna bağlı olarak belli ellerde toplanan sermayenin artış göstermesiyle, rekabete dayanan pazar yapısının, büyük şirketlerin, üretim ve dağıtımı büyük ölçüde ellerinde tutarak, oldukça baskın ve belirleyici bir rol üstlendikleri, çoklu tekellerin hakimiyetindeki tekelci bir pazara dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Rekabet koşullarının git gide zorlaştığı bu atmosferde, tekelleşme tehdidiyle karşı karşıya olan sektörler arasında ise "kültür endüstrileri" başı çekmektedir.
Böylelikle, kültür ürünlerinin üretiminde ve dağıtımında önemli bir ağırlığa sahip olan kitle iletişiminin kamu denetimi üzerinde git gide ağırlığını arttırmakta olduğunu ve toplumsal kurumlar ve ilişkiler üzerinde daha belirleyici bir rol oynamakta olduğunu söyleyebiliriz.
Pazar yasalarına göre işlemelerinin yanı sıra, aslında bu aklın bizzat kendisini temsil eden kitle iletişim araçları bu işlevleriyle toplumsal ilişkilerin ve kurumların oluşmasında ekonomik aklın belirleyiciliğini de pekiştirmektedirler.
Televizyon muhabirlerinin dönüşümü
Bu çalışma, kısaca özetlemeye çalıştığımız çerçeve içinde, Türkiye'deki televizyon muhabirlerinin çalışma koşullarının ve mesleki pratiklerinin nasıl dönüşüme uğradığını ve haber üretim sürecinin değişmekte olan doğasını araştırmayı amaçlamaktaydı.
Bir başka deyişle gazetecilik mesleğinin günümüzdeki işleyiş biçimine odaklanarak, kültürel üretimin ve dağıtımın kontrolünü elinde bulunduran güçler sathında yaşanan değişimlerin habercilerin dünyasında yarattığı travmaları gözlemleyebilmekti hedef.
En temelde şunu söyleyebiliriz ki, genelde gazetecilik, özel olarak da muhabirlik mesleği var oluşsal bir sorunla karşı karşıya bulunmakta bugün.
Holdinglerin medyalaşarak denetimleri altına aldıkları bu karanlık iletişim ve haberleşme ortamında, muhabirlik mesleği yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakta.
Ramonet'in de belirttiği gibi, meslek fiziksel anlamda belki varlığını hala sürdürmekte ama kendine özgü kimliğini yitirmekte; giderek Taylor'un mekanik işçilerine benzemekte muhabirler de.
Meslek ilkelerinin özel çıkarlar karşısında erozyona uğradığı karanlık bir haber üretim sürecinden söz ediyoruz. Bu ortamda muhabirlik mesleği git gide prestij kaybediyor. Oysa muhabirler kendi gazetecilik değerlerini yeniden tanımlama noktasında oldukça güçsüz ve etkisizler.
Özellikle televizyon söz konusu olduğunda, akşam yemeği için hırçın kocaya onu doyuracak bir menü hazırlama telaşı içinde sağa sola saldıran, sürekli koşuşturan, yaptıkları iş üzerine fazlaca düşünmeyen çaresiz ve sıkışmış ev kadınlarına benziyorlar.
Yaptıkları işten zevk almaya devam etseler de, ortaya çıkan ürün onları yeteri kadar tatmin edemiyor.
Böyle bir koşuşturma içinde, mesleğin dışa dönük, heyecanlı ve dinamik yapısı da anlamını yitiriyor. Stres, iş saatlerinin düzensizliği, düşük ücretler ve mesleğin kötüleşen imajı bu avantajları sürekli gölgeliyor.
İş bölümü yokoluyor
Bir başka önemli sorun da iş bölümünün yok olmaya başlaması ve rollerin karmaşıklaşması. Haber üretim sürecinin işleyişinin ters yüz olduğu, haberin artık "tepedekiler" tarafından biçimlendirildiği rutin bir işleyiş söz konusu.
Muhabir bu ortamda ısmarlama haberler için bilgi derleyip bunu merkeze ulaştıran bir kuryeye dönüşüyor. Haber merkezi içinde tartışmanın bittiğini görüyoruz. Muhabir git gide inisiyatifini yitiriyor ve yaptığı haberi savunmaktan imtina ediyor.
İstemedikleri türde ve inanmadıkları bir tarzda haberler yapan muhabirler, git gide hareket serbestilerini yitiriyorlar. Hareket alanını daraltan unsurların başında ise, sosyal güvenlik sorunu geliyor. Medya çalışanlarının büyük çoğunluğunun sendikasızlaştığı güvensiz bir çalışma ortamından söz ediyoruz. Bir muhabir açıkça şunu söylüyor: "Tuşlara korkarak basıyorum"
Muhabirlerin haber kaynakları karşısındaki ikircikli duruşları ise bir başka karanlık nokta. Muhabirler, haberin içeriği üzerinde sürekli bir etki yaratmaya çalışan ve haber geçmek isteyen alan dışı güçlerin baskısı altında işlerini yapmaya çalışıyorlar ve kaynağı "öldürmemek" adına mesleğin sınırları dışına taştıkları durumlara dikkat çekiyorlar.
Bu alanın en etkin unsurları ise reklam ve halkla ilişkiler dünyasının aktörleri. Bedava geziler, çeşitli organizasyonlar muhabirler üzerinde psikolojik baskı yaratıyor. Üstelik medya dışındaki kurumlar da artık kendi haberlerini kendileri ürettikleri için, bir anlamda muhabirin işine de talip oluyorlar.
Bu aslında haber merkezlerinin de işine geliyor. Kendi haber ağlarını kurmak ve geliştirmek pahalı bir iş olduğundan bu ekonomik ve verimli üretim tarzına dünden razı oluyorlar.
Ama bu durum muhabiri basit bir düzeltmen konumuna indirgiyor. Üstelik sürekli benzer haber kaynaklarından beslenen muhabirler alternatif konulara da eğilemiyorlar.
Toplumun gerçek gündemine gelince; yalnız haber için sokağa çıkan muhabir için toplum hayali bir kitleye dönüştüğünden, hitap ettikleri kesimi de gerçek anlamda tanıyamıyorlar. Plazalarda, kendi fildişi kulelerinde toplumdan kopuk bir gazetecilik yapmaya çalışıyorlar.
Tüm bunlar, gazetecilik alanını ilgilendiren, bizim çalışmamız açısından ise muhabirlerin mesleki pratiklerinin gazetecilik değerleri ve kamu çıkarının gözetilmesi anlayışı ekseninde gelişmesini engelleyen temel sorunlar.
Bütün bu olumsuzlukların yalnız ülkemize özgü sorunlarmış gibi görünmesinin altında yatan nedense, alanın fütursuzca ve kural tanımaz bir tarzda yozlaşması ve bu alanda kontrol uygulayan güçlerin korkusuz, aymaz tutumları. Ülkemizin kendine özgü politik, toplumsal ve kültürel mekanizmalarından bağımsız düşünemeyiz bu durumu.
Örneğin liberal mi olacağız; bu ideolojinin yalnızca ekonomik yönünün uygulanmasında bir gariplik olduğunu düşünemeyen bir toplumuz biz. İletişim alanını kamu denetiminden soyutlayıp pazarın ve orada rekabet eden güçlerin eline bırakırken liberal olabiliyoruz.
Ama insan hakları, haberleşme özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi konularda, liberalizm uzak bir hayal olarak kalıyor. Gene de bu durumu lehimize çevirmek olası. Batıda olduğu gibi, objektiflik ve tarafsızlık kisvesi altında yürütülen tarafgirlik henüz tam manasıyla bizim basınımıza sirayet etmiş değil. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, kendi çıkarlarının peşinden koşanlar bunu gizleme gereği duymuyorlar bile.
İletişim alanına özgü sorunları apaçık ve net bir biçimde tespit etmek kolaylaşıyor bu nedenle. O halde bu sorunları çözmek için yeteri kadar argümana sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Özgür ve çok sesli bir basın için güçlü bir mücadele yapma noktasında her zamankinden çok nedenimiz var demektir bu da.
* H. Serhat Güney, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi.
Serhat Güney'in araştırmasının tam metnini görüntülemek için tıklayınız. (MS Word belgesi, 170K)