Türkiye'de televizyon yayınlarının devlet eliyle başlatılmasının üzerinden tam 44 yıl geçmiş.
Birinci beş yıllık Devlet Planlama Teşkilatı Kalkınma Planı'nda yurdun her köşesinde en az bir milli radyo istasyonunun dinlenmesinin sağlanması hedeflenmiş ve "radyo programları Batı Radyoları seviyesine çıkıncaya kadar televizyonun ekonomimiz için pahalı olduğu" görüşü savunulmuştu. Ama bu görüşe karşın, TRT'nin ilk yönetim kurulu ani bir kararla televizyon deneme yayınlarının başlamasına karar vermişti.
Bu ani kararda, Federal Almanya'nın Ankara'da bir "Televizyon Eğitim Merkezi" kurulması için araç gereç bağışı yapması ve Almanya'dan teknik eleman göndermesi etkili olmuştu. Bu kararın sonucu olarak Türkiye'de televizyon siyah-beyaz olarak ve siyah-beyaz teknolojisiyle başlamıştı.
Almanya renkli televizyona geçtikten sonra, ülkesindeki siyah-beyaz alıcılar ve yapım teknolojisine bağlı araçları satacağı bir pazar yaratmıştı. Yapılan bu bağışların karşılığını, 1984'te renkli televizyon teknolojisine geçerken kat kat fazlasıyla ödeyecektik.
Türkiye'de kamuoyu aslında çok daha önceleri televizyonla ilgilenmeye başlamıştı. 1952-1953 akademik yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Televizyonu cuma günleri 17.00-18.00 arasında düzenli olarak yayın yapıyordu. Yayını izlemek isteyenler, İstanbul Teknik Üniversitesi'nin yayın yaptığı Gümuşsuyu'ndaki binasına gelmek zorundaydılar. Çünkü o tarihlerde bir televizyon alıcısı sahibi olmak o kadar sıradan bir durum değildi ve kentte televizyon sahibi olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı.
Daha sonraki yıllarda TV alıcısı alanlar, komşu ülkelerin televizyon yayınlarını izlemeye başladılar. Televizyon meraklıları Bulgar, Romen ve Yugoslav televizyonlarını izleyebilmek için, konutlarının çatılarına ''özel ve çok güçlü'' olduğu iddia edilen antenler yapmaktaydılar.
31 Ocak 1968: İlk deneme yayını
İlk deneme yayını 31 Ocak 1968'de saat 19.30'da gerçekleştirildi. O tarihte 24 saat yayın yapmak çok uzak bir hayal olduğundan deneme yayınları haftada üç gün yapılıyordu.
Deneme yayınları Ankara'da Mithat Paşa caddesinde kiralanmış ve televizyon stüdyosu durumuna getirilmiş olan bir apartmanın bodrum katından yapılıyordu. Yayın teknik olanaksızlıklara karşın, amatör bir ruhla yapılıyordu. Programcı sayısı çok yetersizdi ama ilk televizyoncular insanüstü çabalarla ve aşkla yayını gerçekleştiriyorlardı. Ankara Televizyon vericisinin kapsama alanı 1276 km 2, ulaştığı nüfus sayısı 1.070.000 kişiydi.
Deneme yayınının ilk yapıldığı günkü akış planına bakıldığında, televizyona nasıl bir işlev yüklendiğini görmek mümkün.
31 Ocak 1968'deki ilk yayın gününde Ankara Televizyon Müdürü Mahmut Tali Öngören'in konuşmasından sonra; Afet İnan'ın "Türk Devrim Tarihi" ve "Kurtuluş Savaşı"na ilişkin filmlerin yeraldığı programlar, ardından o günlerde Libya'dan resmi bir ziyaretten dönen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'n karşılanışı ile ilgili bir film, çocuklar için çizgi film ve 'Antalya'nın Suları' ve "Antalya'nın Ormanları" adlı iki belgesel film gösterilmişti.
Devletin elindeki ve denetimindeki televizyonda protokol haberciliği, siyasal iktidarların ideolojisi ve televizyonun eğitim ve kültür işlevine tanınan öncelik hemen göze çarpan özellikler oluyordu.
Televizyonun 1971 yılına kadar yaşadığı TRT'nin çok kısa süren özerklik döneminde bile, resmi yüzlü, hükümetin ağırlığını hissettirdiği bir yayın düzeni vardı.
Televizyonlu günler
Televizyon bizim kendi halinde sürüp giden gündelik hayatımıza aniden girdi ama alışkanlıklarımızı yavaş yavaş ve kalıcı biçimde değiştirdi.
Televizyonun hayatımızın içine girmeye başladığı 70'li yıllardan sonra aile içi ilişkilerimiz , komşuluk ilişkilerimiz de değişmeye başladı. Önceleri "telesafirlik"le başlayan komşu ziyaretleri, TV alıcısı olan evlere bir prestij kazandırır ve eski alışkanlıkların sürdüğü izlenimini yaratırken, sonradan ziyaret edilenlerin televizyon ekranları olduğu anlaşıldı.
Komşularımız, artık "Komiser Colombo"yu, "Mc Millan ve Karısı" ve "Dallas" ailesini merak ettikleri için ziyarete geliyorlardı. Birbirimizin ve ülkemizin sorunlarından önce Sue Ellen'ın aşklarını, JR'ın kötülüklerini merak eder olmuştuk.
Aile içi sohbetler, gözler ekranda, eller televizyon kumandasındayken yapılır olmuştu. Toplumuzdaki erkek egemen kültür, televizyon kumandasının, babanın ve ağabeyin elinde olmasıyla televizyon izleme kültürümüzde de kendini göstermişti.
Gündelik yaşamımızda bize dayatılan, değiştiremediğimiz değerler, televizyon izleme kültürümüze yansırken, televizyon ekranından evimize akıtılan görüntüler, sözcükler, iletiler de siyasal ve sosyal kültürümüzün bir parçası olmuştu.
Sanatı televizyona taşıyan televizyoncular
Bu arada o yıllarda ellerindeki sınırlı olanaklarla edebiyat ve sanatı televizyona taşıyan değerli televizyoncuları da saygıyla anmak gerek. 1974 yılında Aziz Nesin'in "Ne Yaşar Ne Yaşamaz" ve Sait Faik'in "Kumpanya" adlı eserleri TV filmi olarak çekildi.
Halit Refiğ'in yönetmenliğini yaptığı "Aşk-ı Memnu" sanat değeri bugün bile anımsanan bir televizyon dizisi oldu. İsmail Cem'in genel müdürlüğü döneminde "Klasik Dizi" adıyla Avrupa edebiyatının önemli romanlarından yapılan televizyon dizileri Avrupa ülkelerinin televizyon kuruluşlarından satın alınarak yayınlandı.
Bu örnekleri çok fazla çoğaltmak mümkün değil. Çünkü televizyon giderek popüler kültürün ağırlık kazandığı eğlence işlevinin baskın olduğu bir araç olarak yaşamını sürdürdü.
70'li yılların sonunda siyasi iktidar, ülkedeki sağ-sol çatışmalarında televizyonda yayınlanan halkın sorunlarını ekrana taşıyan programları da sorumlu tutuyordu. Oysa, haberler her zamanki gibi, siyasal iktidarın baskısında hazırlanıyordu.
80'li yıllar, değişen dünya ve Türkiye
1980'de Avrupa'da Türkiye'den başka siyah-beyaz yayın yapan ülke kalmamıştı. 30 Haziran 1984'te TRT de renkli yayınını gerçekleştirdi. 80'li yıllar Avrupa'da radyo-televizyon yayıncılığında deregülasyon süreci başlamıştı.
Avrupa ülkelerinin pek çoğunda devletin tekeli ve denetimindeki televizyon yayıncılığı kabuk değiştiriyor, ticari (özel) radyo ve televizyonlar yayına başlıyordu. Küreselleşme olgusunun etkisiyle başlayan bu olay kuşkusuz Türkiye'yi etkilemişti.
1 Mart 1990 tarihinden başlayarak, Eutelsat F5 uydusundan test sinyalleri göndermeye başlayan 'Magic Box Star 1' kanalı ilk özel televizyon kanalı olarak 7 Mayıs 1990'da günde beş saat yayına geçmişti. Yasal hiçbir düzenleme yapılmadan başlayan ticari yayınlar, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi.
Birbiri ardına yayına başlayan ve sayıları giderek artan ticari (özel) televizyonlar reklamlarla ayakta kalmayı hedefleyen bir sistem içindeydiler. Bu sistemin gereği olarak yayınlarını sürdürmek için daha çok reklam almak, daha çok reklam alabilmek için daha çok izlenmek zorundaydılar.
Televizyon yayıncılığında dünyaya egemen olan neo-liberal ekonomi düzeni içinde önemli olan daha çok kar elde etmekti. Ekonomik hayatta devlet küçülecek, kar büyüyecekti. İzleyici artık önce "yurttaş" değildir, "müşteri"dir. Reklamların tanıttığı malların satılacağı müşteri.
Bu müşteri televizyonu en çok nasıl izleyecekse, programlar da öyle yapılmalıydı. "Şiddet", "kadın bedeninin cinsel obje" olarak kullanılması, sermayenin ve siyasal iktidarın hoşuna gidecek ya da onları tedirgin etmeyecek habercilik ticari televizyonların yayıncılık anlayışlarını biçimlendiren önemli etkenlerdi.
Televizyon haberleri, izleyicisine aktarmayı uygun gördükleri ile yaşamın gerçeklerini sınırladılar. Haber izletmek için her biri "hoş" ve "güvenilir" yüzlere sahip sunucular, fonuna müzik döşenmiş haberler sunuyorlar. Her şeyi kısa tutmak, dikkati dağıtmamak, düşüncenin yerini görsel uyarıcılığın alması gerçekleri sunmaktan daha önemli artık.
Edilgen izleyiciden etkin yurttaşa
Sorunlarla dolu dünyada, büyüklere masallar anlatan televizyon ekranları, insanları gerçeklerden uzaklaştırıp kurmaca dünyalarının içine çekiyor. Sokağımızdaki evsiz, sigortasız emekçi, okula gidemeyen çocuklar, işsiz gençler ve doktorsuz hastalarla ilgilenmek yerine izlediğimiz dizilerdeki kahramanların acılarıyla kahroluyor , şarkıcıların aşkları, ayrılık acıları ya da kavgalarını merak edip izliyoruz.
İşsizlik , pahalılık artıyormuş, kadına yönelik şiddet yaşam hakkını ortadan kaldırıyormuş, ifade özgürlüğü giderek daralıyormuş ne gam. Televizyon ekranlarımızdan yayınlanan 80'nin üzerindeki dizinin güzel kahramanları mutlu olsunlar yeter.
Önemli siyasal ve sosyal olayları da televizyon şöhretine erişmiş hep aynı ekran yüzleriyle tartışıyormuş gibi yapıyoruz, hiç derinleşemeden hep aynı sığlıkla. Anaakım medya, gerçekleri, farklı görüşleri ekrana taşımak isteyenleri ekrandan uzaklaştırıyor.
Televizyon yayıncılığını düzenleyen yasalar, tüzükler yönetmelikler bu yayın düzeninin giderek pekişmesine olanak tanıyor. Ülkemizde tekelleşme olgusu en son yasayla iyice pekiştirildi. Ulusal ölçekte karasal yayın yapabilmek büyük sermaye sahibi ya da siyasal güç sahibi olmakla mümkün. Alanı düzenleyen yasanın 1994'te çıkmasına karşın hala frekans ihalesi yapılabilmiş değil.
Bu koşullarda televizyonlar, yurttaşın katılımını sağlayacak bir yayın yapılmasını sağlayamıyorlar, iletiler tek yönlü akmaya devam ediyor. İzleyicinin ülkemizde televizyon izleme saatleri artıyor, eksilmiyor: eğlence ve haber alma kaynağımız televizyon.
Gerbner'in söylediği gibi; televizyon kitapları yasaklamaz, sadece onların yerine geçer. İnsanlar televizyon izlemekten vazgeçmeyecekleri için televizyonu nasıl izleyeceklerini anlatmak gerek.
Huxley; "Brave New World"deki insanların başına gelen belaların, bu insanların düşünmek yerine gülmelerinden değil, neye güldüklerini ve düşünmeyi niçin bıraktıklarını bilmemelerinden kaynaklandığını anlatmaya çalışıyordu.
Kapitalist ekonomi düzeni varoldukça televizyon yayınlarının içeriği de öz olarak değişmeyeceğine göre bu "göz ciklet"ini kendi haline bırakıp sosyal medyanın interaktif yapısına güvenip haberleri oradan alıp, düşüncelerimizi orada mı açıklayalım ?
Televizyonun kurmaca dünyasının renkli hapishanesinden kaçmak için alternatif kanalları arttırarak düşüncemizi açıklama özgürlüğümüzü alternatif medyada mı kullanalım? (ÖÇ/ÇT)
* Prof. Dr. Özden Çankaya, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi.