Her telefonumu elime aldığımda, bu sene Ocak ayında telefonuma kaydettiğim bir numaraya elim gidiyor. Sonra garip bir duygu ile bir daha hiç arayamayacağım o numaraya bakıp, derin düşüncelere dalmış halde kendimi buluyorum.
Hollanda’ya geldikten kısa bir süre önceydi. 1989 yazında tanıştığım ve bir süre birlikte Emeğin Bayrağı Dergisi’nde çalıştığımız, birlikte Yeni Kadın Dergisi’ni çıkardığımız, Demokratik Kadın Derneği’nde kadın özgürlük mücadelesine katıldığımız arkadaşım Hatice Onat'ın hastalandığı haberini almış, hastanede ziyaret etmiştim. Beni karşısında görünce çok sevinmiş, “geleceğini beklemiyordum” demişti. Öyle ya! Aradan yıllar geçmiş, yıllar öncesinin arkadaşlığı yerini yabancılaşmaya bırakmıştı.
Her birimiz tercih ettiğimiz hayatların peşinden gitmiş, birbirimizi arayıp sormamıştık. Hayat bir hastane odasında karşılaştırmıştı bizi! Amansız bir hastalığın pençesinde, ilk tanıştığımızdaki gibi hayata sım sıkı sarılmaya çalışsa da Hatice, arada bir “demek ki buraya kadarmış” diyişindeki hüzün yüreğime dokunmuş... Ona eskisi gibi inatçı direngen olmasını söylemekten başka hiç bir şey elimden gelmemişti.
Ziyaret sonrası kendimi dışarı attığımda, ilk tanıştığımız günlerdeki neşeli, çılgın halleriyle, hastane odasındaki halini kıyaslayıp durdum. Tanıdığımda gencecik, hayat dolu bir kadındı... Şimdi 50 yaşında. Erken gelen amansız hastalığa karşı direnmesi gerektiğini söylesek de, o da, biz de, yapılacak bir şeyin kalmadığının farkındaydık.
Bedenini saran kanser illetini alt etmesi zordu. Bunun farkındaydı ve bedeni fiziksel olarak kansere direnemese de, aklı ve yüreğiyle müthiş bir direnç gösterdi. Onun metaneti yakınlarını teskin ediyordu. Hastalık karşısında öylesine güçlüydü ki, sadece ağrılar kendini sıkıştırdığında canım çok yanıyor diyordu.
Nerede ve nasıl olursa olsun çaresizlik dünyanın en berbat duygusu! Karşınızdaki birinin gün gün saat saat erimesi, bir süre sonra ölümün onu teslim alacağını ve hiç bir şey yapamayacak olmanızı bilmek hakikaten tarifi zor bir durum.
İlk karşılaşmanın ardından, Rotterdam’da bulunduğum zamanlarda hastaneye sık sık uğramaya çalıştım. Bir sabah uğradığımda, doktorlar vizitedeydi. Onların çıkmasını bekledim. İçeri girdiğimde Hatice’yi düşünceli buldum.
İlk hastaneye yatırıldığında, kemoterapiyi vücudu kabul etmemişti. Bir süre bunun için uğraşmıştı doktorlar. Gelinen aşamada artık hastanede kalmasına gerek olmadığını söylemişlerdi. Bu da artık her şeyin bittiği anlamına geliyordu.
Ablası Hayat ve kızı gelinceye kadar kaldım yanında... Eski günlerden söz ettik. Eskiden olduğu gibi, direnmesini söylerken Hatice’ye, yapacak hiç bir şeyin olmadığının farkındaydım elbette.
Eve geçtikten sonra sık sık telefonda görüştük. Nisan ayında bir haftalığana Adana’ya gitti. Memleketiyle, sevdikleriyle vedalaştı. Bu uzun yolculuğun kendisini çok yorduğunu söylemişti.
Nisan’ın ortalarındaydı Brüksel dönüşü telefonuma sesli bir mesaj bırakmıştı uğramam için. İlk anda bu çağrının benimle vedalaşmak için olduğunu anlamadım. Aradığımda kızı Tanya Hatice’nin kötü olduğunu söylediğinde, apar topar yanına gittim. Karşılaştığımızda şaşırıp kaldım... Bu kadar kısa sürede nasıl olurdu da, böyle erirdi bir insan?!
Sürekli uyutuyorlardı. Hemşire geldiğinde uyandırdı. Yanına çömeldim, nasıl olduğunu sordum. Her zamanki gibi gözlerinde parlayan o ışıkla baktı yüzüme; “gördüğün gibi” dedi.
Sonra benimle vedalaştı! Akocan’a, sevgilime selam gönderdi. Birbirimize iyi bakmamızı söyledi. O anda insan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. Hatice’nin sanki kısa bir süreliğine ayrılacakmış gibi vedalaşması karşısında ağlamadan, sesimin titremesine müsade etmeden yanıt vermeye çalışırken, kendimi öyle bir sıkmışım ki! Dışarı çıktığımda, bütün kaslarımın acıdığını hissettim.
Vedalaştıktan bir kaç gün sonra da, 1 Mayıs’ı kutladığımız günün gecesinde, sevgili Hatice’yi yitirdiğimiz haberini aldım.
6 Mayıs’ta son yolculuğuna uğurladığımızda, her şeyi planlamıştı. Cenaze töreninde hangi şarkılar çalınacak, hangi şiirler okunacak, bütün ayrıntıları düşünmüştü Hatice. Mezarının başında bir ağaç olmasını istemişti.
Güçlü bir kadındı... Neşeli, çılgın... İstediği, tercih ettiği hayatı dilediğince yaşadı. İlk tanıştığımızda, bir süre önce Ankara’da gözaltına alınıp tutuklanmış ve oradan gönderdiği ve dergide yayınlanan mektubunu bir arkadaşa gösteriyordu. İşkencede direnmiş olmanın gururunu yaşıyordu. Yeni devrimci olan birinin heyecan ve sevinci sinmişti ses tonuna...
Sonra Hatice’yle Kadın Servisi’nde birlikte çalıştık. Zonguldak Grevi, 3 Ocak Genel Eylemi, Ereğili Demir Çelik direnişi gibi bir çok eyleme birlikte gittik. Haberlerini yaptık... Yeni Kadın Dergisi’ni çıkaran grubun içerisinde yer aldık. Anne olacağını duyduğunda, günlerce iki duygu arasında gidip geldi. Sonra “ben bu çocuğu istiyorum” dedi ve anne oldu. DKD’de birlikte çalışmaya başladığımızda 1. Körfez savaşının başladığı süreçti. DKD Yönetim Kurulu’nda yer aldı. Bir süre sonra İşsizler Derneği’nde çalışmaya başladı. Bir dönem derneğin başkanlığını yaptı. Yanılmıyorsam 1993 yılında da, Hollanda’ya geldi. O yıllarda bir ya da iki kez karşılaşmıştım Hatice’yle... Zaman zaman ona dair haberler alsam da, yollarımız bir daha keşismedi.
Onu son yolculuğuna uğurlayacağımız gün, eski eşi Haşim’le konuşurken, insan yaşadığı sürece hayatında sayısız parantezler açılır ve kapanır dedim. Hatice bende ilk tanıdığım günler ve hastane odasında karşılaştığım haliyle kaldı dedim. O da, “ilk aşık olduğum zamanlar ve hastalık sürecinde gösterdiği metanet ve direnciyle” Hatice’yi hatırlayacağını söyledi. Hatice’nin mezarı başında yaptığı konuşmada da bunu ifade etti.
6 Mayıs günü Hatice Onat’ı son yolculuğuna uğurlarken, bu duygularla ayrıldım mezarlıktan.
Ve şimdi her telefon rehberine baktığımda, bir türlü silmeye elimin varmadığı telefon numarasına bakıp, Hatice’nin gülen yüzünü anımsıyorum... (FE/HK)