Neresinden bakılırsa bakılsın ve bundan sonraki seyri ne olursa olsun, halen devam eden Tekel direnişi, daha şimdiden her hangi bir eylem ve hak arayışının ötesine geçip bir "olay"; hatta bazı bakımlardan ayrıksı ve istisnai bir olay olarak Türkiye işçi sınıfı tarihine mal oldu bile. Birçok "ilk"i barındıran, henüz tutuk bir dille konuşsa da haberci özelliği taşıyan, işçi hareketinin yeniden kuruluşunun zorunluluğuna işaret eden, Türkiye işçi sınıfının geçmişi ile geleceği arasında "köprü" olma temayülü gösteren, ülkenin yeniden kutuplaşmasının uğraklarından biri haline gelmeye aday, kendisini koşullayan ve doğuran "durum" veya ortam üzerinde mukabil ve dönüştürücü etkilerde bulunmaya açık bir olay...
Artçılıktan öncülüğe
Eyleme geçen Tekel işçileri, Türkiye işçi sınıfının 1970'lerde sayıları 70 binlere dayanan, ama özelleştirme muharebelerinden yenik çıkılmasına koşut olarak habire eriyen ve şimdilerde son nefesini verdi verecek az çok "güvenceli" bir kolunun, köylülüğü de yakından ilgilendiren bir tarımsal sınaî dalının, atı alanın Üsküdar'ı geçmiş gibi gözüktüğü özelleştirme takvimi uyarınca tasfiyesi kaçınılmaz bir bakiyesi konumundaydılar. Bu kuşatılmışlık ve bu "nesnel" konum, özgül çıkarlarını ve müktesep haklarını koruyacaklarsa şayet, onlara bir son çırpınıştan, tasfiye defterini en zararla kapatacak bir "artçı eylem"den, birazcık diş göstererek ve maraza çıkararak sütliman bir gidişe yatmış AKP hükümetinden olabildiğince ödün koparmaktan başka şans tanımıyor gibiydi.
Bu koşullarda başlamış bir işçi eylemliliği, her şeyden önce kendi yanılsamalardan kurtularak ama eylemi başkalaştıran pek çok etkenin yan yana gelmesiyle bir "olay" haline gelebilirdi ancak. Öyle de oldu. Kızılay'da maruz kaldıkları polis şiddeti Tekel işçilerinin yanılsamalarını bir anda dağıtıverdi. Hükümetten gelen coplu ve gazlı mesaj gayet netti: Ödün yok, güvenceli dönem bitti, yeni yeriniz işçi sınıfının büyük çoğunluğunun, güvencesizler ordusunun saflarıdır artık!..
Bu hoyratlık ve ödünsüzlük, tekel işçileri için tek bir mecburi istikamet bırakıyordu: Artçılıktan öncülüğe geçmek, işçi hareketinin geleceği adına konuşmak, eylemlerinin simgesel ve temsili değerini yükseltmek, kararlılık ve dayanma güçleriyle tüm toplumsal muhalefet için bir mahreç haline gelmek. Bu dönüşümü, açlık grevine yatan işçilerden birinin alnındaki bandajda yazılı olanlar gayet iyi özetliyordu: "Ayaklar baş olacak."
İşçinin pazarlık gücü
Beverly Silver, Yordam Kitap'tan çıkan Emeğin Gücü başlıklı çalışmasında, Erik Orin Wright'a atıfla, işçilerin pazarlık gücünü, örgütsel güç ve yapısal güç olmak üzere ikiye, yapısal gücü de kendi içinde "piyasa pazarlık gücü" ve işyeri pazarlık gücü" diye iki alt türe ayırıyor. Örgütsel güçle yapısal güç arasında bakışımsız bir ilişki, hatta bazen bir ters orantı olduğunu söylüyor. 21. yüzyılın işçi hareketi hakkında kestirimlerde bulunurken, teknolojik dönüşümler ve emek süreçlerinin yeniden örgütlenişi işçilere daima yeni yapısal pazarlık fırsatları sunsa da, örgütsel gücün artan bir önem kazanacağını ileri sürüyor.
Bu ayrımlar ve tespitler ışığında bakıldığında, Tekel direnişi oldukça özgün bir deneyim olarak duruyor. Sıfır yapısal pazarlık gücünün ancak yüksek bir örgütsel güç ve kararlılıkla, bir sokak eylemliliği seferberliğiyle dengelenebildiği bir deneyim. Bu yüzden, tekel işçilerinin başkenti mesken tutuşu, bildik Ankara yürüyüşlerinden farklıydı. Onlar başkenti "olay yeri"ne çevirmek, sorunlarını bütün ülkeye seslenme imkânı veren en elverişli kürsüden dillendirmek zorundaydılar. Metin Yeğin'in önerisinin aksine, Latin Amerika deneyimlerinden esinlenerek, dönüp fabrikalarına el koyma yolu da kapalıydı. Zira, başka engeller bir yana, üretimi sürdürmeyi mümkün kılabilecek tarımsal altyapı ve arka plan, özelleştirme süreci eşliğinde hemen hemen tamamen çökertilmiş durumdadır. Öte yandan, Tekel işçileri direnişlerinin üretimden gelen gücü kullanamamak gibi bir zaafla malul olduğunun, ilk günden itibaren farkındaydılar. Bu açıklarını ancak sınıf dayanışması yoluyla, bağlı bulundukları Türk-İş Konfederasyonu başta olmak üzere emek örgütlerini baskı altına alıp harekete geçirerek, yani kendi özgül sorun ve çıkarlarını sınıfın genel çıkarının diline çevirerek kapatabilirlerdi. 17 Ocak Ankara mitingi, bu mitingde kürsü işgaliyle ve ittir kaktır koparılan genel grev sözü, tekel direnişinin genelleşmesinin önemli bir dönemeciydi. 4 Şubat'taki "dayanışma grevi" ise yeni bir dönemeç. Tekel direnişi bir de bu açıdan özgün bir deneyimdir.
Direnişin "İlk"leri
Tekel direnişi bir takım önemli "ilk"lerin de sahnesi oldu.
* Tekil bir eylemin başarısı uğruna bir dayanışma grevinin gerçekleşmesi; tekil bir eylemin emekle işbaşındaki hükümet arasında genel bir hesaplaşmanın ve bilek güreşinin konusu olması, "ilk"lerin en başta geleniydi.
* İkincisi, Kürt sorununun bir işçi eyleminin içinde ilk kez bu kadar görünür hale gelmesi, bu görünürlüğün işçi kardeşleşmesinin önünde bir engel oluşturmamasıdır. Bazılarının sandığının aksine, sınıf mücadelesinin ve kimliğinin evrenselliği, işçilerin kimliğinin diğer unsurlarını öğüten bir değirmen işlevi görmez. Tekel direnişinde de böyle olmadı.
* Üçüncüsü, işyeri temelli olamadığı için, koşulların, şu ana kadarki seyriyle Tekel direnişini, David Harvey'in son zamanlarda Amerika'da gerçekleşen bazı işçi eylemleri için kullandığı tabiri ödünç alacak olursak, "cemaat temelli", yani çok çeşitli kesimlerden gelen bir halk desteğiyle kuşatılan ve giderek toplumsallaşan bir direniş olmaya doğru itmesidir.
* Dördüncüsü, tekil bir işçi direnişinin Türk-İş'i ve sendikal bürokrasiyi tarihinde görülmemiş ölçüde sarsması ve yine tarihinde görülmemiş ölçüde baskı altına alarak harekete geçmeye zırlamasıdır. Bu, önümüzdeki dönemde şu veya bu türden sendikal yansımaları olacak bir girdidir.
* Belki tamamen "ilk" değil ama, bir eğilimin kuvvetli bir dışavurumuna tanık olmamız anlamında beşincisi, Tekel direnişinin kadınların mücadelede öne geçişinin, kendi tarzlarını konuşturmalarının ve etkin bir rol üstlenmelerinin yeni bir örneği olmasıdır..
"Beş vakit komünist"
"İlk"lerinin altıncısı ayrı bir başlığı hak ediyor. Tekel direnişi son yılların solla ve sosyalist hareketle temasa ve etkileşime en açık işçi eylemi olarak da temayüz etti. İnançlı bir işçinin sarf ettiği "artık beş vakit komünistim" sözü, bu açıklığı ve mücadelenin eğiticiliğini çok çarpıcı ve veciz biçimde ifade ediyor. Bu ifadede bir tezat değil, Türkiye sosyalist hareketi günün birinde kilidi kıracaksa ve nüfusun şimdiye kadar kendisine kapalı kalmış önyargılarla yüklü kesimleri arasında bir etki alanı açacaksa, olması gereken saklı.
Elbette, Tekel direnişinin sosyalist hareketin işçi hareketiyle buluşup kaynaşmasının bütün sırlarını gösterdiği, bütün anahtarlarını toptan sunduğu söylenemez. Ama işçi grevlerinde ve direnişlerinde kurulan temasın, sonrasında genellikle "evli evine köylü köyüne" şeklinde bir ayrılıkla sonuçlanmasının, alışılagelmiş tarzların siyasal bir işçi hareketi doğrultusunda biriktirerek ilerlemeye cevaz vermemesinin yol açtığı kısır döngünün, bir sorun olarak karşımızda durduğu aşikârdır. Bu bakımdan, Tekel direnişi sosyalist hareketi tarz değişiklikleri yapmaya davet eden, üzerinde düşünülmeye değer önemli ipuçları sunuyor.
Bir üçüncü kutup dinamiği
Başbakan Erdoğan ve partisi, Tekel direnişini gözden düşürmek, yalıtmak, örgütlü işçi hareketinin ve emekçi halk kesimlerinin bu direniş etrafında kenetlenmesini önlemek için ellerinden geleni yaptılar. Direnişçi işçiler "yeniçeri"likle, "çalışmadan para kazanmak"la, "merhamet"e layık olmamakla, hükümeti hedefleyen sloganlar kullanmakla, nankörlükle, "istemezük"çülükle, vb. itham edildiler. Bu minvaldeki yaylım ateşi Erdoğan ve partisinin zihniyet evreninin bir yarısını; halka biate mecbur tebaa, ancak "baş"ların merhametinin ve şefaatinin nesnesi olabilecek ayak takımı muamelesi yapan yarısını gayet iyi yansıtıyor.
Tekel direnişinin bir "komplo" olduğu, hükümete karşı siyasi bir kampanyaya dönüştüğü, çetelerle aynı çizgi üzerinde durduğu yollu suçlamalar ise, onların zihniyet dünyalarının diğer yarısından dökülüyor: Ucuz şark kurnazlığı.
İşin aslı şudur: Erdoğan ve partisi düzen içi kutuplaşma sahasında mevzi kazana kazana ilerlerken, bunun verdiği özgüvenle bir güç sarhoşluğuna ve her alanı diledikleri gibi tanzim edebilecekleri zehabına kapılmışken, her şeye hâkim ve muktedir bir iktidar profili vermeye başlamışken, birdenbire "toplumsal sorun" cephesinin güçleri yeniden dizebilecek ve hâkimiyetlerinde gedik açabilecek şekilde hareketlenmeye başladığını görmüş ve teyakkuza geçmişlerdir. Yok saya geldikleri veya cemaat ağları ile nötralize etmeye yöneldikleri "toplumsal sorun" cephesinin hareketlenmesi, onların ezberini bozmuştur. O kadar ki, Erdoğan Tekel işçilerine verip veriştirdiği konuşmasında, sözü Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformuna getirip kibirli ve dalga geçer bir edayla "bu da ne imiş?" diyecek kadar hakiki toplumsal sorunları yok sayıcıdır. Başbakan, şimdilik galibi olduğu ve bozulmasını istemediği kutuplaşma ekseni içinden konuşarak tekel işçilerini yaftalamaktadır; oysa hareketlenen "toplumsal sorun" cephesi güçleri yeniden dizecek müstakbel bir üçüncü kutbun dinamiklerini barındırmaktadır. Onun huzurunu kaçıran budur.
4 Şubat: Yarım başarı
4 Şubat'la birlikte Tekel direnişi bir dönemeci daha geride bıraktı. Hükümetin taktiklerini boşa çıkarak bugüne kadar gelen direniş, daha fazlası mümkünken, ne yazık ki bu dönemeci yarım başarıyla geçti. Hal ve gidişattan, ancak yarım bir başarıyla yetineceğimiz öncesinden de belliydi. Sendikalar ciddi bir tırmandırıcı ön hazırlıkla yığınak yapmadılar; hükümetin restleri karşısında alttan almayı tercih ettiler. Tekelcilerin bağlı bulunduğu konfederasyonun başkanı grev günü evinde oturacağını söylüyorsa, hangi tırmandırıcı hazırlıktan söz edilebilir? Hakeza, grevin "Tekel işçileriyle dayanışma" kısmiliği içinde tutulması, gündemdeki enerji ve şeker özelleştirmelerinin ve bu vesileyle yapılmış diğer bütün özelleştirmelerin tartışmaya açılmaması, işçi hareketinin tamamına ilgilendiren genel taleplerin öne sürülmemesi mücadeleyi geriye çekmiştir.
4 Şubat, ön yığınağı iyi yapılmış, mücadele halindeki bütün dinamiklerin yakıcı taleplerini buluşturan, örgütlü işçi hareketini işçi sınıfının güvencesiz kesimleriyle yakınlaştıran, sadece işçileri değil, esnafı, köylüleri ve öğrencileri de sürece katan hakiki bir genel grev olmaksızın, emeğin toplumsal-siyasal sahnenin ön cephesine geçemeyeceğini bir kez daha gösterdi. Hayatın çağrısı budur. (KK/EK)