Onur, adalet, hak, hukuk – silahlar konuştuğunda gölgeleri bile kalmaz. Gereksiz teferruattırlar artık. Kan, gövdeyi götürmeden, söyleme karışmıştır bile. "Kana kan, intikam"dır söz konusu olan. Kan namus, namus vatan olur, vatan ise her türlü barbarlığı mübah kılan mukaddesat.
Milliyetçi-şovenist kasırganın esir aldığı toplum, yoksul kitleler, bu mukaddesatın aslında kendilerinin olmadığını, kapitalist sömürüye dayanan egemenliğe ait olduğunu göremezler. Namuslarından başka savunacak bir şeyleri kalmayan yoksul kitleler, asgari ücretle kıt kanaat yaşatabildikleri bedenlerini militarizmin cehennem ateşine atmaya hazırdırlar.
Egemenler mukaddesatı korumak için her bedeli ödeyeceklerini ilan ederler. Bedeli halkın ödeyeceğini söylemezler elbette. Savaşın acımasız çarkları işler işlemez, insanı insan yapan ne kadar değer varsa, kaybolur gider. Konu komşu, kardeş, arkadaş düşmandır artık. Düşman, yok edilecek, kökü kazınacaktır. Kökü kazınacak olanın da insan evladı, öldüğünde yasını tutacak acılı bir ailesi olduğu unutulur. Onun da bir işçi, bir köylü, bir aydın, bir emekçi olduğunun farkına varılamaz bir türlü. Ya ölecektir, ya da boyun eğip, teslim olacaktır –başka seçenek tanınmaz ona.
Sonra? Sonrası malum: geçmişin muharebe meydanları, türküler, marşlar ve çiçeklerle mukaddesatı savunmaya uğurlanan işçilerin, köylülerin, emekçilerin cesetleriyle doludur. İsimsiz milyonlar, egemenlerin çıkarları uğruna bedel ödemişlerdir. Kutsal ulusal devleti yaratan Avrupa modernizmi, barbarlığa dönüştüğünü ancak iki dünya savaşı, soykırımlar, gaz odaları, toplama kampları, fırınlar ve on milyonlarca ölüm sonrasında görebilmiştir.
Acaba Avrupa modernizminin bir ürünü olan Türkiye de bu gerçeği milyonların ölümünden sonra mı görecek? Güncel gelişmeler, egemenlerin topyekün savaş kararlılığı ve başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumun basiretsizliği bunun tersini tasavvur etmeyi engelliyor ne yazık ki. Savaş çığırtkanlığının, linç kültürsüzlüğünün hakim olduğu, sağduyulu, mantıklı seslerin "vatan hainliği" ile suçlandığı bir dönemden geçiyoruz. Almanya’nın eski şansölyelerinden Helmut Schmidt, "Hiç savaş görmeyenler, savaşçı kesiliyor" derken, ne kadar da haklıymış. Kanı, mürekkep haline getirmek o kadar kolay oldu ki.
Tüm bunları görünce, insan hiç mi tarihten öğrenemeyecek diye ümitsizliğe kapılmamak elden bile değil. Oysa tarihten öğrenecek o kadar çok şey var. Her şey bir yana, savaşın hiçbir zaman halkların çıkarına olmadığı öğrenilebilse bile yeter.
İşte o zaman ekonomik, politik ve toplumsal sorunların gerçek nedenlerini görmeyi engelleyen sis dağılacaktır. Sis dağıldığında militarizmin, savaş naralarının aynı zamanda yurt içinde totaliter, antidemokratik uygulamaların, baskı ve kapitalist sömürünün devamının sağlanması anlamına geldiği; bireyin ve dolayısıyla toplumun kurtuluşunu engelleyen egemenlik aracı olduğu; "düşmana" atılan bombaların, aslında kendi halkına atıldığı görülecektir. Ve bu görüldüğünde de, Türklerin, Kürtlerin ve Ortadoğu denilen bölgedeki bütün halkların ortak çıkarları olduğu, asıl düşmanlığı egemenlerin emperyal hırslarının körüklediği ve halkları köleleştiren, sömüren, birbirlerini öldürmeye iten bütün koşulların alaşağı edilmesinin zorunlu olduğu ortaya çıkacaktır.
Bunların bilincinde olanların ümitsizliğe kapılma gibi lüksleri yoktur. Aksine, en ümitsiz durumda bile, Karl Liebknecht gibi tek başına, yaşamı pahasına da olsa, egemenlerin savaşına karşı çıkma; eşitlik, adalet ve demokrasi temelindeki bir barışı savunma görevi ile yükümlüdürler.
Bu görevi yerine getirmek, akıntıya karşı yüzmek haliyle kolay değil. Ama başka şansımız da yok –barışın ancak "düşmanla" yapılabileceğini, eşit ve adil olması gerektiğini söylemekten, bu uğurda mücadele etmekten başka. Mahatma Gandi’nin dediği gibi: "Barışa giden bir yol yok. Yol, barışın ta kendisidir."
İnsanın ve doğanın, egemenlerin çıkarlarına kurban edilmediği bir dünyaya olan sarsılmaz inancımla, bayramınız kutlu olsun. (MÇ/TK)