Bir insan mutsuzluğa ne kadar dayanabilir, sürekli bir gerginliği ne kadar taşıyabilir? Bu konuda bilimsel ölçüler var mıdır bilemiyorum. Muhtemelen bedenin bir dayanma sınırı vardır; peki ya ruhun? Ruhun iflası bedeninki kadar görünür ve anlaşılır mıdır? Bence değil. Bedenden daha komplike bir süreç ve şaşırtıcı sonuçlar barındırır.
Devletler ve yönetimler insan organizmasına oldukça benzerler. Bir ülkenin insan gücü, ekonomik kaynakları, araç ve gereçleri o ülkenin bedensel yönünü oluşturur. O ülkedeki barış duygusu, demokrasi, eşitlik, adalet, temel hak ve hürriyetler de o ülkenin ruhsal yapısına karşılık gelir. Bedeni bir eksikliğiniz ile mutlu olmayı başarabilirsiniz. Ama ruhsal bir eksiklik buna imkân tanımaz. Dolayısıyla bir ülkeyi ayakta, toplumunu da mutlu tutmak istiyorsanız o ülkenin ruh sağlığına dikkat edin.
Peki, yaşadığımız ülke için ruh sağlığı yerinde bir ülke diyebilir miyiz? Maalesef hayır! Bu ruhu iyileştirmek için doğru bir tedavi başlatmak için hastayı ve hastalığı tanımak gerekiyor. Hasta ve hastalık hakkında çok sade sorulara ihtiyaç var.
Devlet dediğin nedir? Bir arada yaşayan insanların ortak kurduğu bir organizasyon değil midir? Ortak aidiyetleri ve değerleri olan bu toplum, mutlu ve huzurlu olmak için kurmadı mı bu devleti? O zor günlerde maddi ve manevi varlığını sürdürüp tehlikelerden korunmak için el ele vermedi mi bu halklar? Farklı dil ve inanışlara sahip bir arada yaşayan insanlar olarak ortak bir sözleşme yapmadık mı? Herkesin eşit söz ve hak sahibi olduğu bir örgütlenme değil midir? Her birimizin yan yana gelip oluşturduğu bir bütün değil midir devlet? Bütünün parçaları birbiriyle eşit olmazlar mı?
Bir mutluluk aracı ve ortak sığınak olması gerekirken bir mutsuzluk ve çatışma kaynağına niye dönüştü bu devlet? Cumhuriyete yaşıt olan bu acıların sebebi nedir? O ortaklık ruhunu kim sakatladı, sözleşmeyi kim ihlal etti, devleti toplumdan kim ayrıştırıp kutsallaştırdı, birden fazla kimlik söz konusu iken tapusunu bir kimliğin üzerine kim geçirdi, insanların hak ve hürriyetlerine pranga takıp onları modern köleler yapan kim, vefaya sığmayan derin kusurlu hareket kime ait? Bu soruların cevaplarını bulduğumuz takdirde sorunu da anlarız çözüme de başlayabiliriz. Nihayetinde doğru cevapları tespit edecek olan doğru sorulardır.
100 yaşına girmek üzere olan bu devlette neden kimse doğru cevapları sunmak için bir çabaya girmez. Bırakın doğru cevaplar sunmayı doğru sorulara bile tahammül edilmez. Bizi bu bumerangdan kurtaramaya yardım edecek her doğru soruya neden bir bölücülük mayası katılır? Neden her doğru soru sahibinin mükâfatı; ölüm, hapis veya şanslıysa bu ülkeden kaçmak oluyor?
Bu soruların gölgesinde mi girilecek 100. yaşına? Cevapsız sorular ve kangrenleşen sorunlarla mı uyanılacak aydınlık yarınlara?
Uyduruk bir gelecek kurgulayabilirsiniz, ama buna inanan kimse kalacak mı?
Labirentler
Devlet, çatışma, yurttaşlık, insan hakları gibi konular gündeme geldiğinde ülkenin her metrekaresinde yüzlerce komplo teorileri ile karşılaşıyoruz. Dış mihrak, taşeron, bölücüler, hain, “Ermeni, Yahudi oyunu” vb. binlerce kavramın işgali altında kalıyor zihinlerimiz. Ve sonra “kardeşlik edebiyatı” ile vaftizlenir ruhlarımız.
Siyasal bilimlerde hiçbir karşılığı olmayan “kardeşlik edebiyatı” bir tiksinti kaynağına dönüşmek üzere. Eşitlik gibi çözümleyici kavramları iğfal etmekle meşgul bu kavram, sömürü düzenlerinin en etkili aparatlarındandır. Sorunların nedenine inmeyi engelleyip yüzeyde gezinme rolünü oynamaktadır. Yanlış anlaşılmasın kardeşlik kavramını yadsıyan veya reddeden bir tutum içerisinde değilim. Sadece politik çözümleyici bir kavram olmadığına ve duyguları istismar eden özelliğine işaret etmekteyim. Hayatın her alanında çağ atlanmasına rağmen, sürekli bir devinim halinde olan politik koşullara rağmen bu “edebiyat”ın ülkemizde azımsanmayacak alıcıya sahip oluşu da, ayrı bir trajedi konusu.
Bir an ama bir an bu labirentlere girmekten kendimizi alıkoyarsak, kendi muhakeme gücümüzle yalın sorularla sade bir değerlendirmeye girişirsek hakikate ve çözüme yaklaşmayı başarabileceğiz.
Bu devlet, kuruluş aşamasındaki fabrika ayarlarına dönmüyorsa toplum olarak bizim dönmemiz gerekmektedir.
Bir cevabın olsun
Ülke nüfusuna nazaran çok az olan fikir insanlarının toplumun geleceği açısından sordukları iyi niyetli sorular yanıtsız bırakıldı/bırakılıyor. Bugün de bu sorulara cevap verilmediği için kriz halinden kurtulamamaktayız. Ufukta bu soruları cevaplayacak bir iktidar da gözükmüyor.
21. Yüzyıl Türkiye’sinde otoriterlik esintilerinden çok her yeri yakıp yıkan bir politik kasırga ile karşı karşıyayız. Devletin tüm olanakları ifade hürriyetine karşı seferber edilmiş durumda. Sırtını iktidara yaslayıp kan banyolarında milliyetçi ayinler yapmayı düşünenler bile var.
Türkiye siyasal tarihinde devletleşme zehrinden kurtulan bir iktidar olmadı. Devletin o toplum düşmanı kollarını beslemekten başkaca bir şey yapmadılar. Son 14 yıllık iktidar; vesayet ve demokratikleşme adı altında bu “ahtapot”la bir mücadele verdiğini sunmayı başarsa da bu mücadelenin ahtapotun kendisi ile olmadığı, rengiyle olduğu gün gibi ortaya çıktı. Allah var, ahtapotun rengini değiştirdi. Kendi renklerine dönüştürmeyi başardı. Zira bizim derdimiz rengi ile değildi…
Her itiraz/eleştiri sahibini kriminalize eden, büyük bedellerle karşı karşıya bıraktıran bir durumun içindeyiz. Bu kadar olumsuz ve karanlık zamanlarda şüphesiz ki mücadele etme olanakları zayıflar, direnç düşer. Ancak iyileşmeyi bu karanlığı yaratanların insafına bırakmak romantizm ötesi bir şey olsa gerek.
Dolayısıyla ileride bu karanlığı ve bizlerin dönemini sorgulayacak olan çocuklarımız, bize "Sen ne yapıyordun” diye sorduğunda utanmayacağımız bir cevabımız olmalı. (KK/HK)