Televizyonda milyonları ekran başına toplayan “Var mısın, Yok musun” yarışması, para kazanmayı vaat ederek, ev, araba, seyahat, eğitim masrafları vb. konularda insanlara hayaller kurdurmaya devam ediyor.
Yarışmanın temel kurgusu ve formatı, heyecan, adrenalin, merak, hırs, üzüntü, sevinç üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Yarışmanın, sanatçı konuklarla, şarkı, türkülerle, fıkra ve anekdotlarla eğlence boyutu da var. Aslında buraya kadar programı sıradan bir yarışma-eğlence programı olarak görmek mümkün. Ve çoktandır da, kapitalist çarkın bir dişlisi olan televizyonun bu tür şans, eğlence oyunlarına toplumca alıştık/alıştırıldık gibi görünüyor. Başka bir deyişle bu tür programları ne yazık ki herkes artık biraz kanıksamış gibi.
Ancak bu programın birkaç farklı özelliği daha dikkat çekiyor. Yer yer, engellilere destek olma, kimsesiz çocuklar için yuva yaptırma girişimi gibi toplumsal konularda “bağış kampanyası” düzenleyerek, milyarlarca lira toplayıp bazı kurumlara yardım sağlamayı da gerçekleştirdiğini ve böyle bir amaç/misyon edinmiş olduğunu da görüyoruz. Toplumsal/sosyal sorumluluk gibi bir bakış açısından yaklaşıldığında, bu durum kimsenin öyle çok fazla da itiraz edemeyeceği bir konu gibi duruyor.
"Şans"ın varsa
Ancak, programın bir özelliği/yönü daha var ki, bu gerçekten üzerinde düşünülmesi, sorgulanması gereken bir konu.
Kimi kez programda, tekerlekli sandalyeye bağımlı bir engelli, doğuştan ya da sonradan geçirilen bir hastalıkla, zihinsel ya da bedensel rahatsızlıkları bulunan bir kimse için de yarışıldığını görüyoruz. Bu kimseler için yarışan ise, ünlü bir futbolcu, sanatçı, ya da iyi reyting getirecek halktan bir kimse de olabiliyor. Bunun bağış kampanyasından çok farklı bir boyutu var.
Ciddi hastalığı olan ve tedavi giderlerini karşılayamayan ya da karşılamakta güçlük çeken kimseler adına yarışılıyor ve hastalığın tedavisi yani sağlık gibi ciddi bir konu bir şans oyununa havale ediliyor. Sakat, engelli ya da ciddi bir hastalığı bulunan kişi, -tekerlekli sandalyesinde-, anne, babası, yakınlarıyla stüdyoda sahnenin hemen yanında izleyici koltuklarına oturtulmuş, sağlığı ile ilgili ciddi bir konuda kaderini belirleyecek kendi adına yarışan yarışmacının “yarışını/oyununu”, kimi kez neşeyle, kimi kez hüzün, gözyaşıyla seyrediyor, seyretmek zorunda bırakılıyor.
Sadece onlar mı, stüdyodaki konuklar ve televizyonu başındaki milyonlar da sağlık üzerinden oynanan bu oyuna seyirci olarak iştirak ediyor, ediliyor.
Programın bu yarışma bölümlerinde insana ciddi biçimde rahatsızlık verici bir şeyler var. Mavi kutular, yani düşük miktarlı kutular açıldıkça ortalığı bir neşe, sevinç, kırmızı, yani büyük miktarlı kutular açıldıkça ortalığı bir üzüntü, hüzün kaplıyor. Bir sevinçle/gülerek, bir üzüntüyle/ağlayarak ilerleyen programda yer yer de fıkralar, anekdotlar anlatılıyor, şarkı, türküler söyleniyor.
Bu yönüyle de, eşinden şiddet görmüş, çocuklarına kavuşamayan, ya da kocası tarafından sokağa atılmış kadınların büyük bir acıyla, gözyaşıyla katıldıkları ve öykülerini anlattıkları, araya da hadi bir gülüp eğlenelim diye şarkılar, türküler, dans gösterileri yerleştirilen gündüz kuşağı kadın programlarına benziyor. Sahnenin hemen kıyısında tekerlekli sandalyesinde oturan ve hastalığına çözüm olacak tedavi masrafları için bir umutla gelmiş acılı, kederli kişi, kendi adına düzenlenen ve baş aktörü olduğu traji-komik bir şovu(nu) izliyor.
Hasta bedeni, bir yarışma-eğlence programının görsel malzemesi, acısı, merakla, iştahla dikizlenerek, temeli reytinge dayanan şovun bir parçası/malzemesi oluyor. Ortada ciddi bir “sağlık” sorunu var, ve bu sorun, bankacının kutular açıldıkça, “şu kadar veririm ancak” ve yarışmacının “daha fazla isterim, yokum!” (..ve alkışlar) gibi komik bir pazarlığına dönüşüyor.
Bankacının bir düşüp bir yükselen teklifleriyle, (yani hasta iyileşecek mi/iyileşemeyecek mi gibi bir düşüp bir yükselen acıklı trendle) sağlık üzerinden “borsa” oynanıyor. Programın formatı tersinden okunduğunda, yarışma kötü gidiyorsa, gerçekte para tekliflerini iyice düşüren bankacı, “bu tedavi giderlerine yokum” demiş oluyor. Ne trajik bir sahne! Ve stüdyodaki hasta, çaresiz kişi, ailesi, yakınları için ne aşağılayıcı, küçültücü, acıtıcı, alaycı, rencide edici bir durum. Ve bu durumun kabullenilmesi, içlere sindirilmesi. Ve giderek sıradanlaşması.
Kabus gibi bir gece
4 Ekim Cumartesi günü, engelli Melike için yarışılan yarışmada tam da bunlar yaşandı. Yarışmanın sonunda tedavi giderleri için para kazanamayan tekerlekli sandalyesindeki Melike, “insan bu kadar mı şanssız olur, kısmet değilmiş, kaybettik, ilgilenen herkese teşekkürler” diyor büyük bir üzüntü ve buruklukla. Tabii bu, ev, araba alma hayaliyle bir yarıştan çok farklı; insanın yaşamda sağlıklı nefes alıp verebilmesiyle, doğrudan zihni, bedeni için yarıştığı ve büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak, sarsılarak evine döndüğü bir yarışma/oyun. Ve burada oyun, tüm gerçekliğiyle bir “oyun” olmadığını insanların yüzüne vuruyor.
Bütün yarışmacılar, konuklar ve Melike adına yarışan Naciye Hanım ağlıyor. Program sunucusu da çok üzgün, söyleyecek bir şey bulamıyor ve “Kâbus gibi bir gece oldu. Bu bir oyun tabii, işin kuralı bu, bu oyun kurallarına göre oynanıyor,” diyor büyük bir çaresizlikle. (O halde niye yapıyorsunuz bu programları/trajik şovları, diye sormak düşüyor bize de.) Sağlık üzerinden eğlenceli bir “oyun” oynanması, insanın içini acıtıyor, yakıyor.
Toplumda insanların en temel sorunlarından biri, hatta en temel sorunu, şakaya, oyuna gelmez “sağlık” konusu ve sağlığına kavuşmak isteyen insanlar ne halde. Durum bu kadar kötü.(DE/EÜ)
* Derya Erdem, Ankara Üniversitesi, doktora.