Geçtiğimiz günlerde Türkiye Cumhurbaşkanı (aynı zamanda anayasaya göre ordunun başkomutanı ve eski Adalet ve Kalkınma Partisi genel başkan yardımcısı) Abdullah Gül'ün, İran'ın Azerbaycan Türk nüfuslu Tebriz şehrine ziyaretinde yüzlerce kişi tarafından "Yaşasın Türkiye" sloganlarıyla karşılandığı haberi bana bir kez daha "Türkiyeyi sevmek" kavramının sadece Türkiyeliler tarafından değil, çok daha geniş kesimler tarafından ne kadar yanlış anlaşıldığını gösterdi.
Malum, Türkiye'de muhalif-demokrat çevrelerin onyıllardır devam eden mücadeleleri karşısında (bugün A. Gül'ün temsil ettiği) devletin ve iktidarların imza attığı inanılmaz hak ihlalleri, cinayetler ve hukuksuzluklar yaşandı ve hala da yaşanıyor.
Ama ne yazık ki "eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim" isteyen onbinlerce öğrencinin, hakkını ararken polisin biber gazı ve copuyla karşılaşan işçilerin, "erkek devlet elini bedenimden çek" diyen Türkiyeli kadınların, "anadilsiz yaşam olmaz (be zıman jiyan nabe)" diyen etnik azınlıkların ve (başta Aleviler olmak üzere) "inanç özgürlüğü" isteyen mezhepsel azınlıkların Ankara'nın Kızılay ya da İstanbul'un Taksim meydanından yükselen feryatları Tebriz'e ulaşamıyor.
Bunun sebebi, Tebrizlilerin ve genel olarak İran'daki Azeri Türklerinin (kendi deyimleriyle "Güney Azerbaycan"lıların) Türkiye'de olup biteni ana-akım Türk medyasından takip etmeleri ve dolayısıyla tarafsız bilgiye ulaşmalarının neredeyse imkansız oluşu.
Öte yandan 20 milyondan fazla nüfusu olan Güney Azerbaycan Türklerinin dil ve kültürleri İran'da onyıllardır yasak ve özellikle üniversitelerde yoğun olup temel olarak "anadilde (Azeri Türkçesinde) eğitim" talebine dayanan bir hareket var ki bu hareket İran rejimi tarafından tutuklamalar, işkenceler ve polis cinayetleriyle bastırılıyor.
İran'ın resmi söyleminde özellikle Azeri Türklerini ezmekte kullanılan Türk-karşıtı söylemin yarattığı reaksiyonlarla birleştirilince bu faktörler kaçınılmaz olarak tepkisel bir Türkiye sempatisine ("Türkiye'yi sevmeye") yol açabiliyor.
Peki bu sempatinin yansıması, Türkiye devletini, ordusunu ve iktidarını temsil eden Abdullah Gül'e yönelik bir sevgi gösterisi mi olmalı yoksa (tıpkı Güney Azerbaycanlılar gibi) eşitlik, adalet, özgürlük, dil-kültür ve kimlik hakları uğruna mücadele veren Türkiyeli muhaliflerle ve ezilenlerle dayanışmak mı?
Soruyu daha net soralım: "Türkiye'yi Sevmek" demek Abdullah Gül'ü ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini desteklemek midir, yoksa meydanlarda polis tanklarına karşı eşitlik ve adalet sloganları haykıran Türkiyeli öğrencileri, işçileri ve ezilenleri mi? Bu muhalefetin mücadelelerinden ve karşılaşılan insan hakları ihlallerinden kısaca örnekler verelim ve cevabı okuyuculara bırakalım:
Örneklere özellikle son aylarda gündemi meşgul eden öğrenci hareketinden başlayabiliriz. Türkiye'de onyıllardır devam eden öğrenci mücadelesinin bugün etrafında birleştiği temel talep, eğitimin eşit, parasız, bilimsel ve anadilde gerçekleştirilmesi.
Parasız eğitim vurgusu önemli zira Türkiye'de "parasız" olduğu iddia edilen devlet üniversitelerinde bile öğrencilerden "katkı payı" adı altında her dönem alınan harçlar, eğitim görmeyi oldukça masraflı hale getiriyor.
İşte bu eğitim sisteminin acı sonuçlarına gösteren ve yoruma gerek bırakmayan bir haber: "Ataşehir'deki Rotary Lisesi'nin inşaatında çalışan 20 yaşındaki Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğrencisi Ömer Çetin, üçüncü kattan düşerek hayatını kaybetti. Çetin'in okul masraflarını çıkarmak için günde 30 TL yevmiye ile çalıştığı, geceleri de inşaatta kaldığı belirtildi."
Ve bu sisteme karşı demokratik protesto haklarını kullanan öğrencilerin akıbetiyle ilgili birkaç haber daha: "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı konuşma sırasında "Parasız eğitim istiyoruz, alacağız" pankartı açan Berna Yılmaz, Ferhat Tüzel ve Utku Ayar adlı öğrenciler hakkında 15 yıl hapis istemiyle dava açıldı" (Milliyet Gazetesi).
"Erdoğan 'demokratik açılım'da rektörlerle buluşurken, protestocu öğrenciler İstanbul'a sokulmadı, mola yerinde dövüldü. Kabataş'taki grubun da payı cop ve gaz oldu." (Radikal Gazetesi) 2010 yılında Türkiye genelinde "parasız eğitim istemek", "afiş asmak", "bildiri dağıtmak", "üniversite içinde stant açmak" gibi nedenlerden dolayı yaklaşık 400 öğrenci öğrenci çeşitli suçlamalarda gözaltına alındı, bunlardan 50 öğrenci çeşitli illerde tutuklanarak cezaevine gönderildi. (Cumhuriyet Gazetesi)
Sadece öğrencilerin değil, işçilerin, kadınların ve diğer kitlelerin hak taleplerinde de benzer haberlerle sonuçlanan durumlar yaşanıyor, yazıyı uzatmamak adına hepsinden bahsedebilmem mümkün değil ancak "Tekel İşçileri", "kadın cinayetleri", "vicdani red" "faili meçhul cinayetler" "gözaltında işkence" gibi kelimelerle yapılacak internet taramalarında detaylı bilgilere ulaşılabilir.
Bahsetmek gereken bir diğer konu ise İran'da gerek Azerbaycan Türkleri gerekse de diğer halkların sıkça yokluğundan şikayet ettikleri "basın özgürlüğü"nün Türkiye'deki durumu. Bugün Türkiye'de çeşitli siyasi görüşlerden onlarca gazetesi, sadece yayınladıkları yazılar ve haberler nedeniyle tutuklular.
Bu gazetecilerden birçoğunun yargı süreçleri insan hakları savunucuları tarafından adil bulunmuyor ve özellikle Kürt kökenli gazeteciler rekor cezalarla karşı karşıyalar: Türkiye'nin günlük yayınlanan tek Kürtçe gazetesi Azadiya Welat'ın eski sorumlu müdürü Vedat Kurşun, 166 buçuk yıl hapis cezasına ve yine aynı gazetenin eski müdürü olan 24 yaşındaki Emine Demir 138 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı: Anadilinde yayınlanan tek gazetede, haberler ve yazılar nedeniyle, henüz 24 yaşındayken 138 yıl hapse mahkum olmak, yani hiçbir şiddet eyleminde bulunmadığı halde yaşamının geri kalanını hapishanede geçirecek olmak....Anadili yasaklanan ve gazetecileri, gençleri tutuklanan Güney Azerbaycan Türkleri için kendini bir an için Emine'nin yerine koymak çok zor olmasa gerek.
Tutuklanan gazeteciler arasında sadece Kürtler değil muhalif Türkler ve diğer etnik kökenlerden insanlar da var elbette, ancak hazır Kürt sorunu konusuna girmişken Türkiye'nin en dehşet verici insan hakları ihlallerinin yaşandığı bu alandan örneklere devam etmekte fayda var. DİHA'nın haberine göre Türkiye'nin Kürt illerinde son 20 yılda polis ya da askerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren çocuk sayısı 350'den fazla.
Bu çocuklardan biri olan Uğur Kaymaz'ın davası başlı başına Türkiye'deki hukuksuzluğun hangi aşamada olduğunu göstermek açısından can yakıcı bir örnek. 2004 yılında babasıyla birlikte evden dışarı çıkarken Mehmet Karaca, Yaşefettin Açıksöz, Seydi Ahmet Töngel ve Salih Ayaz adlı polisler tarafından öldürülen 12 yaşındaki Uğur'un bedeninden tam 13 kurşun çıktı.
Ancak mahkeme, ayaklarında terlikleri, üzerinde okul önlüğü olan bu çocuğun silahsız babasıyla birlikte öldürülmesini "meşru müdafaa"olarak görüp polisleri serbest bıraktı. Ve 2010 yılında, Uğur'u ve babasını mezarları başında saygı duruşuyla, şarkılarla ve kırmızı karanfillerle anan, aralarında Uğur'un amcasının da olduğu 6 kişiye "terör örgütü propagandası yapmak" suçlamasıyla birer yıl ceza verildi. (Kaynak: Birgün Gazetesinin "Öldüren Serbest, Anan Tutuklu!" Haberi)
Aynı yıl Karabük şehrinde Edanur Avcı adlı kız çocuğu, evinin önünde oynarken 125'inci Jandarma Er Eğitim Alay Komutanlığı'ndan yapılan "atış-talim" kurşunuyla öldü. Ceylan Önkol, Enes Ata, Rojivan İdem, Ahmet İmre....Adları ve yaşları değişse de ölümleri aynı silahlardan atılan kurşunlarla oldu ve hiçbirinin katilleri ceza almadı.
Aynı durum, dergi satarken gözaltına alınıp işkencede öldürülen Engin Çeber adlı gencin ve diğer işkence mağdurlarının davaları için de geçerli: Gazetecilere onyıllarca hapis cezası veren Türkiye hukuku, işkencecileri, polisleri ve askerleri cezalandırmamakta kararlı.
Bu vakalardan, ve diğer onlarcasından haberi olan Türkiyeli okuyucuların başta yönelttiğimiz soruya cevabının ne olacağını tahmin edebiliyorum.
Yazıyı internetten ulaşacak olan Güney Azerbaycanlı okuyuculara ise cevaba ulaşmak için bir tavsiyem olacak: Türkiye'ye yapacakları ilk yolculukta, bulundukları şehirdeki bir İnsan Hakları Derneği (İHD) şubesini ziyaret ederlerse hangi Türkiye'yi sevdiklerini anlamaları kolaylaşacaktır.
Gelelim Türkiye'de yaşayan bir Güney Azerbaycanlı aktivist olarak kişisel cevabıma: Eğer "Türkiye'yi sevmek"ten ve "Yaşasın Türkiye" sloganından (ki bunun muhattabı A. Gül olmamalıdır) anladığınız, Ortadoğu Teknik Üniversitesinde kapıdaki polis tanklarına karşı "Üniversiteler Bizimdir Bizimle Özgürleşecek" diye haykıran Türkiyeli öğrencinin gözlerinde parlayan ışığı, "Barış İçin Kadın Girişimi" topluluğunun protesto yürüyüşlerinde, geleneksel giysileri içerisindeki yaşlı Kürt anasına sarılan Türk genç kızının kalbindeki şefkati ya da Ankara'nın dondurucu soğuğunda, emeğinin karşılığını alabilmek ve insanlık onuruna yaraşır bir yaşama kavuşmak için aylarca direnen Trabzonlu, Diyarbakırlı, İzmirli ve Sivaslı Tekel işçilerinin umudunu sevmekse evet, Türkiye'yi sevmeye değer; Yok bunlar değil de, Türkiyeli öğrencileri ve gazetecileri tutuklayanlar, işçilere copla saldıranlar, Kürt kadınlarına ve onlara omuz veren Türk hemcinslerine gözaltında tecavüz edenler ve çocukları öldürüp katillerini cezasız bırakanlarsa sevdikleriniz, o zaman yazacak söz kalmıyor artık....(SZ/EÖ)