Tartışacağımız ayrımcılık konusu ilk değil ve son da olmayacak. Biz ise, demokrasi, özgürlük ve adalet arayışı mücadelemizin bir parçası olarak her ayrımcılık skandalını tartışmaya devam edeceğiz.
Gündemdeki yeni ayrımcılık örneği TBMM'de ve Alevilere yönelik yaşandı. CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde cemevi açılması amacıyla verdiği dilekçeye, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, ''Diyanet İşleri Başkanlığı'na göre, Alevilik ayrı bir din olmayıp İslam içi bir oluşum, İslam'ın tarihi süreçte ortaya çıkmış bir zenginliğidir ve İslam dininin ibadet yerleri camilerdir'' diyerek yazılı fetvasıyla cevapladı.
Çiçek'in Aygün'e gönderdiği cevap birçok açıdan sorunludur. Bir yandan inanç özgürlüğü konusundaki ayrımcılık uygulamasını ele verirken, diğer taraftan ise TBMM'nin kendi iradesini kullanma krizi içinde olduğunu gösterdi. Hukuksal bir hak talebi karşısında verilen cevabın, ayrımcı içeriğinin kendisiyle tartışırken, diğer taraftan ise, Çiçek'in kararlarını, Anayasal haklara ya da TBMM'nin yetki ve görevlerine göre değil de, ''Diyanet İşleri Başkanlığı'na (DİB) göre" aldığını ve aslında "milli iradenin ve egemenliğin kayıtsız şartsız TBMM'de" değil de, DİB'da olduğunu resmen teyit edildiğini gördük.
Zaten Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da bu konudaki tezimizi destekler açıklamada bulunarak, "Diyanet İşleri Başkanı'nı Protokolde ilk 5'in içinde bulundurmuştur. Şimdi 52'inci sırada olduğuna bakmayın. İnşallah yeni yapılacak protokol düzenlemesiyle aynı Gazi Mustafa Kemal Atatürk 'ün Diyanet İşleri Reisi'ne verdiği önem, bugün de yine protokolde en önde yerini koruyacaktır" diyerek, bu kurumun gücüne vurgu yapılmaktadır.
Her konuda "Milletimiz adına yasama, denetim ve temsil görevini yerine getiren Türkiye Büyük Millet Meclisi", söz konusu Aleviler olunca, görevini Diyanet İşleri Başkanlığı'na devreder. TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in, karar alma iradesini TBMM ve Anayasal hükümler yerine, diyanete teslim ederek alması, 21. Yüzyıl siyaseti açısından trajik komik bir durumdur.
Ayrımcılık üreten devlet ve iktidar olursa...
Eşitsizliklerin kasıp kavurduğu Türkiye'de, "öteki" muamelesine maruz kalan Alevilere ve öğretilerine dönük asimilasyoncu projeleri anlatmak kolay olmasa gerek. Gündelik hayattın ilişkilerinde Alevi olmanın diğer adının, ayrımcılık, dışlanma ve "tehdit" olarak karşımıza çıkmasını anlamak zor. Bunun karşısındaki siyasi sus pusları da anlamak daha da zorlaşıyor.
Peki, neden böyle olmak zorunda? Alevileri "ötekileştirmenin" kaynağı ideolojiktir. Asimilasyoncu yaklaşımların, toplumda ötekiler yaratmaktan başka, bir de çatışma alanı yaratma gibi bir rolü olduğunu bilmekteyiz. Bunu, makro politik düzeydeki resmi ideolojik söylemlerin beslediği sosyal baskı mekanizmalarının ve bu mekanizmaları besleyen Türk uluslaşma modelinin resmi ideolojisi haline gelen, "Türk-İslam Sentezi"nin Alevilere dönük yüzünde görmek mümkün.
Cumhuriyetin asimilasyoncu politikaları, esas olarak, 1924 Anayasası başlayan sürece tekabül etmektedir. Çünkü Anayasa'nın giriş ve gerekçe bölümü, farklılıkları Lozan anlaşmasına göre kabul eden, ama farklılıkların kendisini yeniden üretmesine izin vermeyeceğini açıkça beyan ediyordu. Hüküm açık ve netti: Lozan anlaşmasında tanınan, gayrimüslimler dışındakiler Türk'tü ve dini İslam'dı. Yani Alevilerin, resmi görüşün dinini seçmekten başka bir tercihi olmayacaktı.
İşte bu nedenle devletin, yoğun ve yaygın bir asimilasyon politikasına ve araçlarına ihtiyacı vardı. İşte bu nedenle zorunlu asimilasyon araçları olan, DİB, Din Dersleri, Kuran Kursları, MEB ve bütçenin devreye konulması gerçekleştirildi. Devletin ideolojik aygıtları bu türden zorunlu yoğun ve yaygın bir mesai harcayarak, Alevilerin aslından ve özünden koparılması için çalıştı. Alevi köylerine zorla cami yaptırma girişimleri, asimilasyon politikalarının bir sonucudur. "Türk Ulusal Kimliği" ve Sünnilik ekseninde "İslam kimliği" kendi hegemonyasını, farklı olanları "ötekileştirmek" üzerinden kurar. Alevilerin, resmi ideoloji ile ötekileştirilmesi de, bu hegemonya oluşturma ve resmi din kimliğini inşa etme istenci ile birlikte düşünülmelidir.
TBMM ve Diyanet'e 15 eleştiri
Bir, Aleviler TBMM ve DİB Başkanlarının fetvalarını ve cevaplarını ciddiye almıyor. Çünkü bu resmi fetva ve cevaplarda tanımlanan bir Alevilik ve Aleviler tipi yok. Çünkü Aleviler, Diyaneti ve onun fetvalarını tanımıyor ve bunlara itibar etmiyorlar. Aleviler asırlardır, fetva, din ve dindar üreten iktidarlara ve devlete kapalı yaşamıştır.
İki, TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in, düşüncesini ve kararlarını diyanete teslim ederek ''Diyanet İşleri Başkanlığı'na göre, Alevilik ayrı bir din olmayıp İslam içi bir oluşum, İslam'ın tarihi süreçte ortaya çıkmış bir zenginliğidir ve İslam dininin ibadet yerleri camilerdir'' ezberini tekrarlaması acizlik olarak değerlendirilmiştir. TBMM iradesini ve karar alma süreçlerini DİB'na teslim etmesi ve Diyanet fetvasıyla siyaset yapması, 21 Türkiye'sinin siyasal derinliğini göstermektedir. Aleviler, vatandaşının vicdanına ve dini hayatına ait özgürlük alanına müdahale eden devlet anlayışını ve kurumlarını ilkellik olarak görür ve doğru bulmaz. Çünkü Alevilik ve Aleviler devletin toplumu tek tipleştirmesini hedefleyen resmi din kalıbının içine girmez ve sığmaz.
Üç, TBMM ve DİB Başkanları ideolojik yumurta ikizi gibidir. Düşünsel olarak Alevilere ve Aleviliğe uzak ve karşıdırlar. Sözleri "devlet adamlığı/kadınlığı" yerine, ulema edasıyla verilmiş saygısızca ve buyurgancadır. Devlet adına yazılmış bu cevap fetvası, Sünniliği, resmi bir din olarak benimser ve farklı olan Alevilere bu resmi dini devlet dinini zorla ve despotça dayatır. Aleviler ise her seferinde ağır bedeller ödeyerek, bu dinsel despotluğu geri çevirir ve kabul etmez.
Dört, Sünnilik ve Sünniler üzerindeki bu resmi devlet ve resmi ulema dayatması ve resmi ideolojik referanslı teolojik kalıplar, aynı şekilde başta Aleviler olmak üzere diğer farklı inanç sahiplerini de dayatılmak istenmektedir. Yani TBMM ve DİB Başkanları inanma ya da inanmama özgürlüğüne, kimin neye, nasıl ve nerede ibadet ederek yaşamaya dair hakka despotça hükmetme cüreti göstermesinin bizzat kendisi, inanç ve vicdan özgürlüğünü hiçe saydıklarının göstergesidir. Dolaysıyla devlet adına uygulanan doğrudan bir hak ihlali ve ayrımcılıktır.
Beş, TBMM Başkanı "din, vicdan ve inanç özgürlüğü" hususlarında evrensel ve ulusal hukuk ilkelerine göre değil, ideolojik referanslı dinsel fetvalara göre hareket etmektedir. Örneğin Aleviler tarafından açılan "din, vicdan ve inanç özgürlüğüne" ilişkin tüm davalarda, gerek yargı, gerekse TBMM Başkanlığı, sürekli olarak hukukun evrensel ilkelerine değil, Diyanet İşleri Başkanlığının fetvalarına başvurmuştur.
Altı, TBMM ve DİB Başkanlarının aksine, Aleviler, inançsal öğretilerinden dolayı, ibadet yerini Cemevi olarak tanımlıyor. İnançsal olarak farklıdırlar. Kendilerine özgü öğreti ve pratiklerinden dolayı, kendilerini farklı, Anadolu'ya özgü bir inanç, felsefe ve düşünce sistemi içerisinde görüyorlar. Tanrı yorumu, kadına bakışa gibi bir çok temel konuda, "resmi din"den farklıdırlar.. Yani resmi görüşün ve egemen İslam din anlayışının kalıplarında daraltılmak, eritilmek istemiyorlar. Her türden Sünnileştirme ve Şiileştirme girişimlerine karşı da, asırladır öğretileri ve dirençleri ile taviz vermediler. Farklılıkları ülkenin zenginliği olarak gördüler ve bedel ödeyerek yaşadılar. TBBM ve DİB dinsel farklılıkların zenginlik olarak algılanmasını engelleyen zihniyet kurgusuna sahiptir. Bu nedenle resmi görüş, Alevileri Sünnileştirme hedefi üzerinde sonuç alması mümkün olamayan toplumsal mühendislik yapar.
Yedi, söz konusu Alevilerin eşitlik ve hak talepleri olunca, TBMM, devletin yürütmesi ve yargının iradesi "kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" hükmünü görmez. Sünni anlayışla şekillen devlet ve iktidar "hukukun üstünlüğü" ilkesini de, Sünnilik lehine yorumlar ve Alevilerin kendilerini tanımlama hakkını elinden almayı kendine bir hak sayar. Bu yaklaşım, insan haklarının evrensel değerlerini hiçe sayan ideolojik ve asimilasyoncu bir tavırdır.
Sekiz, TBMM Başkanı, devlet dini ve mezhebi olamayacağını kabul edemiyor. Bu siyasal ilkellik, inanmanın devlete değil, kişiye özgü bir hak olduğunu kabul ettiği zaman, demokrasi ve özgürlüklerden bahsetmeye başlayabilir. TBMM ulema sınıfı gibi yönetilemez.
Dokuz, TBMM ve DİB siyasi İslamcılığı besleyen, siyasal İslamcı faaliyetlerin beslendiği/desteklendiği, nemalandığı anti laik odak özelliğine sahip bir yapıdır. Resmi din ve resmi dindar yetiştiren ve besleyen bu kurumların başında DİB, İHL, Zorunlu din dersleri, Kuran Kursları ve bunlara hukuksal kılıf uyduran TBMM gelir.
On, TBMM ve DİB Başkanlarının ayrımcı ideolojik fetvaları, toplumsal çoğulculuk yerine, ülkemizde toplumsal ayrışmanın ve kutuplaşmaların tetikleyicisi olmaya devam ediyor.
On bir, TBMM ve DİB devlet adına herkesi resmi Sünnilik anlayışı üzerinden dindarlaştırmak ve İslamizasyonu yaygınlaştırmayı hedeflemektedir. Yani inanan insanın vicdanındaki İslami değil, siyasi ve sömürü haline dönüştürülmüş "siyasal İslamcılık" merkezi haline dönüşmüştür. Alevilere yönelik tüm bu ayrımcı uygulamaların arkasında bu düşünce sistemi yatar.
On iki, TBMM ve DİB insanın vicdanı temsil edemez, vicdana giremez ve vicdanı şekillendiremez. Alevilerin ibadet yerine cümbüş evi diye hakaret edip, sonrada zorla camiye davet edemez. Yani TBMM ve DİB aslında din, vicdan ve inanç özgürlüğünün ihlal eden kurumların başında gelirler.
On üç, TBMM ve DİB Türkiye'de farklı inançlar ve inanmama haklarına sahip insanlar üzerinde sosyal baskı mekanizmalarını yaratıyor. TBMM ve DİB toplumun, dini duygularını istismar etmektedirler. Dini konular ve hassasiyetler üzerinden kurulan siyasi ilişkilere diyanetin memurları aracı olmaktadır. Dini duyguların siyasete alet edilmesine ve laik ve demokratik ülkerlerde bu türden davranışlara müsaade edilmez.
On dört, TBMM ve DİB farklı inanç gruplarını temsil etmediğini, 05.12.2003 tarihli basın açıklamasında "Başkanlığımızın, kendine verilen bu kanunî görevleri yerine getirirken ürettiği pratik hizmetler şunlardır: Cami eksenli din hizmetleri..." şeklinde itiraf etmiştir. Bu itirafı yapan kurumlar Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Bu açıklamanın kendisi, başta Aleviler olmak üzere farklı inanç gruplarının, Diyanete yönelik "tekçilik ve ayrımcılık" eleştirisini haklı olduğunu göstermektedir.
On beş, TBMM ve DİB inançsal ve siyasi tarafsızlık ilkesini ayaklar altına alıyorlar. Çünkü TBMM ve DİB, Alevilerin inanç ve kültür merkezleri olan cemevlerini engellemek için, Alevi köylerine zorla cami yaptırarak, Sünni-Hanefi inancını zorla aşılanmayı hedeflemiştir. Oysa evrensel hukukta yer almış olan din, vicdan ve inanç özgürlüğü ilkesine göre, ibadet yeri olan cemevinde, ibadet şekli olan cem'inde "benim kabem insandır" öğretisine bağlı Alevi yurttaşına, camide insan yerine kıble göstermek, DİB'nın hak ihlali örneklerinden birisidir.
Ayrımcılığa karşı 12 adım
Bir, din ve devlet işlerini birbirinden tümüyle ayırmak anayasal düzenlemeler gerekir.
İki, dini olanın, devletin işlerine, devletin de dini alanın işlerine müdahale etmemesi gerekir.
Üç, devlet herkesin din, vicdan, inanç ve inanmama özgürlüğünü korumalı, yasal güvence altına almalıdır.
Dört, devlet tüm din, inanç gruplarının ve bunların tüm yorumlarına eşit mesafede durmalıdır.
Beş, din öğretimi sadece dini çevrelerin kendi okullarında, özel okullarda verilmelidir. Devlet okullarında ise öğrencinin ve ebeveynlerin isteğine bağlı olarak, tüm dinler ve inançlar hakkında tarafsız bilgi aktarmak koşuluyla ders verilebilir. Müfredatın içeriği ise tüm dinler ve inançların temsilcilerinin yer aldığı komisyonun rızasıyla belirlenmelidir.
Altı, nüfus cüzdanlarında "din" hanesi olmamalıdır. Devlet, vatandaşlarının dinini kayıt altında tutmamalıdır.
Yedi, İnanç vergisi uygulamasıyla, isteğe bağlı olarak devletin vergi toplaması yöntemiyle, dini ve inanç toplulukları adına toplanan vergilerin, bu çevrelere aktarılması konusunda devlet aracılık yapabilir ve denetim sağlayabilir.
Sekiz, dini ve inanç topluluklarının sivil kuruluşlar üzerinde örgütlenmesi benimsenmelidir.
Dokuz, dini ve inanç rehberlerini, önderlerini, dini toplulukların kendisinin tayin etme ya da belirleme hakkı kabul edilmelidir.
On, DİB'na kadro alımı derhal durdurulmalıdır. Mevcut kadroların DİB kurumunun tamamıyla tavsiyesi süresince görevlerini sürdürmesine, bir kısmının diğer kamu kurumlarına aktarılmasına, emeklik sonrası yerlerine yeni kadro tahsisini artık yapılmaması benimsenmelidir. 10 yıl içinde Diyanetin tamamıyla tavsiyesi sağlanmalıdır. DİB'na ait tüm kamu binaların, tesislerinin dini ve inanç toplulukların ihtiyaçlarına göre devredilmelidir.
On bir, DİB ve DİYK yerine "İnanç Özgürlüğünü Sağlama ve İnanç Kurumları ve Toplulukları Arası Koordinasyon Dairesi" adıyla yeni bir yapılanmaya gidilerek, devletin din işleri yerine, yurttaşın din özgürlüğünü korumayı, laiklik ilkesine göre görev edinmiş bir kurumsallaşmayı, tüm inanç topluluklarını, akademisyenleri, sosyologları, hukukçuları kapsayacak şekilde gerçekleştirmek. Bu kurum aynı zamanda kültürler ve dinler arası diyalog ve tanışmayı teşvik etmeyi hedefleyecektir.
On iki, İmam, hatip ve müezzin yetiştirmek gibi görevi devlet asla üstlenemez. Bu nedenle İHL kapatılmalıdır. Dini rehberlerin yetiştirilmesi görevi ve yetkisi dini toplulukların kendisine verilmelidir. Bunun için İHL'rine öğrenci alımı tamamen durdurulmalı ve son mezunlarını verinceye kadar açık olmalıdır. Daha sonra bu okulların bir kısmı Anadolu Liselerine dönüştürülmelidir. Bir kısmı ise farklı dini toplulukların kendi dini eğitimlerini sunabilmesi şartıyla, somut proje karşılığı verilerek özel okul yapılmasına izin verilmelidir. Bu okullar da MEB müfettişlerinin denetimine açık olmalıdır. (TE/NV)