Bir öykü anlatacağım. Yarısı bitmiş. Bitmemiş yarının sonu bizlerin elinde. Öykümüz Gölpınar Köyü'ndeki bir tarlanın üzerine inşa edilen iki evde başlıyor. Bu iki evde, aynı yıl biri erkek, diğeri kız, iki çocuk dünyaya gelir. Kıza Evrim, erkeğe de Taylan ismi verilir. Bir de Fidel'imiz var. Fidel bu öyküde can bulmadan, dağa adımını attığı ilk gün can verir.
Taylan ve Evrim hayat yollarını ayırana kadar birlikte büyürler. Yolları ayrıldığında Evrim, sürekli adı değişse de gönlümüzde ismi baki kalan Özgür Gündem'de çalışmaya başlar. Taylan, dağın yolunu tutar. Tuttuğu yol mahpushanede noktalanır.
Evrim, İstanbul'da uzakta, halkına dair yazılar yazmayı yediremez kendine ve Diyarbakır'a taşınır. İlişkileri kaldığı yerden devam eder. Taylan, kargacık burgacık yazısıyla Evrim'e mektuplar yazar. Evrim ise Taylan'a kitaplar gönderir, ziyaretine gider. Evrim, Taylan'ın kargacık burgacık yazılarını okudukça oksijen solur. Ayakta durmanın, direnmenin küçük sırlarını öğrenir. Evrim, kanserdir çünkü.
Taylan, küçük hücresindeki oksijeni mektubuna koyup Evrim'e gönderirken, idrarından kan gelmeye başlar. Revire çıkar. "Mesanende taş var" derler. Avuç avuç antibiyotik verilir ve bol su içmesi öğütlenir.
Kan durmaz. Kanla birlikte pıhtı da gelmeye başlar. Taylan ısrarcıdır. Hastaneye sevkini ister. Uzun uğraşlar sonucu hastaneye sevki çıkar. Tahliller sonucu Taylan'ın mesanesinde kist olduğu anlaşılır. Ameliyat edilir. Ameliyat sonrası alınan biyopside, sık tekrar eden kanser olduğu anlaşılır.
Taylan da kanserdir. Üç beş ayda bir ameliyat olması gerekmektedir. İki kere ameliyat olur. Tedaviyi yarıda bırakır Taylan. Neden ise, son anda vazgeçilen ameliyatlar; ameliyattan sonra kaçmasına tedbir olarak konulduğu depo ve morg; temizlenmeyen kanlı vücudu; ölçülmeyen tansiyon ve ateşi; verilmeyen yemeklerdir. Hipokrat, yemini yazarken Taylan gibilerden haberdar olmadığı için, yeminin içeriğine dâhil olamaz Taylan.
Son ameliyattan sonra Taylan'dan uzunca bir süre haber alınamaz. Evrim, vücuduna yayılan kansere ve öksürmekten dolayı kısılan sesine aldırış etmeden telefona sarılır. Vücudundaki son nefesi sesine katar, Taylan'a ulaşmaya çalışır. Nafile.
"Ben dışarıda bu illetle baş edemiyorken, O nasıl baş eder bilemiyorum" der. Taylan'ın yalnızlığını hisseden Evrim, kendini unutur. Taylan nerdedir? Ne yapıyordur tek başına?
Taylan, bir hastanenin bodrum katında, yatağa kelepçeli, açlıktan dudakları morarmışken bulunur.
Taylan, tekrardan mahpushaneye götürülür ve bir hücreye konulur. Diyarbakır'daki cezaevine sevkini ister. Diyarbakır'dadır artık Taylan. Aynı havayı solurlar Evrim ile birlikte. Ama bir süre sonra ... Evrim Gölpınar'dadır artık. Toprağın altında.
Nedensizce, erken ölenlerin toprağın altında, gerçek ölüm yaşlarını beklediklerini düşünür ve hissederim. Evrim şimdi Taylan'ı bekliyor ama sağ. Sözleşmişlerdi. Yıllanmaya bıraktıkları şarabı, köyün tepesinde, yıldızların altında içeceklerdi.
Taylan, acısını nasıl yaşadı bilemiyorum. Öyküye yalan katmayayım. Fikri'ye* gönderdiği faksta, "Tek tesellim halkımızın bu bereketli başak renkli kızı sahiplenmesi. Ve O'nu acılı ve onurlu mirasının bir parçası yapması. Umarım hepimize bizleri sahiplenmeler nasip olur" yazar.
Taylan'ın bizlere de mektubu var. Onu da paylaşıp aradan çekileyim.
"...Malum cezaevlerinde ölümü bekleyen insanların haberini okuyoruz. Bedenleri hastalıklardan dolayı eriyen, ömürleri aylarla ölçülen insanlar bunlar. Kalabalık bir seyirci topluluğu önünde 'sistem' dediğimiz katil, onları karanlık kuyulara itiyor. Kimileri son nefeslerini tutsak haldeyken verdi. Kimleri son nefeslerine yaklaşıyor...
Ama nasıl oluyorsa kanı, eti, kemiği tükenen bu insanlar kimselerin uykusunu kaçırtmıyor. Kimseler neredeyse naklen seyrettiği ölümlerin sorumluluğunu üstlenmiyor. Belki de bu ölümler artık katili kadar seyircisine de haz verir hale geldi. O seyirciler ki; ölümün soğuk nefesinin uzağında 'sağlıklı' ve 'dışarıda'lar. İçeridekiler kadar şanssız, içerdekiler kadar yalnız değiller.
Öyle mi gerçekten?
Aslında yanılıyorlar. Bu tutsak-hasta insanların kimselerin acımasına ve merhametine ihtiyacı yok. Onlar şerefleriyle yaşamayı bildikleri gibi, şerefleriyle ölmeyi de bilirler. Sorun arkada kalanların ne olduğu ya da olacağıdır.
Sözde çok değer verdikleri insanlar, ölümün eşiğinden tek tek geçerken bu suskun seyirciler çürüyerek yaşayacak, yaşarken çürüyeceklerdir. Ağızlarına aldıkları her kıymetli söz, dokundukları her sevgi nesnesi, karanlık vicdanlarına çarpıp çürümüş bir geleceğe dönüşecektir. Çünkü bu ölümlerin seyircileri katillerin ortaklarıdırlar, en az katiller kadar suçludurlar.
Sen; kalabalıklaşan sessizlik: Bırak içerdeki insan ölsün. Emin ol, o ışıltılı an geldiğinde son nefeslerini anılarıyla birlikte sevdiklerine emanet edip çekip gideceklerdir.
Ya sen!
Ayakta, dışarıda ve yaşıyorken; birileriyle konuşuyor ya da önündeki yemeği kaşıklıyorken, hiç mi ağzında 'ölü eti' hissetmeyeceksin?" (ED/BB)
*Fikri Kutlay: Evrim Alataş'ın eşi.