*Fotoğraf: Evrensel
Sevgili okurlar bilir, naçizane yazılarımı takip edenler yani. Biraz da sabah kalkınca dilime dolanan laflardan kurtulmak için yazıyorum ben. Öyle tuhaf bir alışkanlığım var. Bir laf bir yerden gelip dilime dolanıyor. Böyle işte. Bugünkü lafa geleceğim ama önce şu “sevgili okurlar” kısmını açıklayayım. Sosyal medyada dolaşınca görüyor insan, bir “sevgili okur” muhabbeti var. İnsanlar kendi ağırlıklarıyla batıyorlar. Herkes birer “yere batan sarnıcı.” Bazılarımız da rüzgarda savrulan yaprak misali savrulup duruyoruz işte...
Aydın Abi
Neyse daha evvel de söylemiştim benim zaten toplam dört okurum var diye. Gerçi, sağ olsun canım Aydın Abi (Aydın Engin) bunu yazdığım yazıdan sonra Gazete Duvar’daki email adresime, “İki okur da bizim evde var” minvalinde yüce gönüllü kısa bir not yazmıştı. Aydın Engin ve Oya Baydar! Yarım asrı tamamladığımı ve bu yarım asrın da tam olarak yarısında hayatımı yazarak, okuyarak, okumaya yazmaya aracılık ederek geçirdiğimi derhal unutarak havalara fırlamıştım mutluluktan. Bunlar hep hafiflikten...
Aydın Abi o maili yazdığında kendisiyle yıllar yıllar evvel tanıştığımız da tabii ki hiç aklına gelmemişti (ve hatta ben yazdığımda da muhtemelen hiçbir şey hatırlamadı). Tahta valiziyle Angara taşrasından İstanbul’a gelip Haydarpaşa garından şehre ürkek ürkek bakan, İstanbul’un bazı turistik yerlerini ve bazı mahallelerini biliyor olsa da İkitelli’yi de Babıali’yi de sadece romanlardan, anı kitaplarından filan kıraat etmiş olan, kuş gibi ürkek bir yüksek lisans öğrencisine bütün kapıları teker teker açtığını nerden hatırlayacaktı? Oysa o gün onunla yaptığım mülakattan sonra, televizyon ve medya dünyasından tam otuz önemli kişiyle upuzun mülakatlar yapmamı da sağlayacak olan ilk birkaç ismi önermekle yetinmemiş, yanımda kendiliğinden arayıp yardımlarını rica etmişti. Hiç unutmadım.
Aydın Engin’e hatırladığım kadarıyla beni danışman hocam Bülent Çaplı ya da rahmetli Erol Mutlu Hocam yönlendirmişti. TRT yıllarından tanıyorlardı onu. Ben de aramış, randevu almış ve sonra da Cumhuriyet Gazetesi’ndeki odasında görüşmeyi gerçekleştirmiştim. Tırmık yazarı Aydın Engin’in karşısındaydım. Kendi elceğizleriyle bana kahve bile yapmıştı diye hatırlıyorum. Sonra rahmetli Umur Bugay’ı, ATV Genel Müdürü Ekrem Çatay’ı (o zaman genel müdür değil de drama programları bölümü müdürüydü galiba) filan arayıp tez çalışmam kapsamında derinlemesine mülakatlar yapabilmem için randevular ayarlamıştı. Zaten gerisi çorap söküğü gibi geldi. Senkron TV’de Böyle Gitmez adlı bir reality show programı yapan Kadir İnanır’la bile görüşmüştüm. “Görüşmüştüm” dediğime bakmayın, tam karşısında oturduğum Kadir İnanır’la görüşebilme imkanım epeyce zayıftı. Esas olarak bayılıp yere yığılmamaya uğraşıyordum. Neyse işte bir “sevgili okurlar” dedim diye, araya böyle uzunca bir Gomaşinen girdi. Kusuruma bakmayın.
Dilime dolanan kelimeler
Ne diyordum, sabahları kalkınca dilime dolanan kelimelerden, cümlelerden sıyrılmak için yazıyorum biraz da. Bu sabah ne dolandı dersiniz? İnanılır gibi değil ama içimden bir 10 Kasım şiiri söyleyip duruyorum. Muhtemelen çocukken bir 10 Kasım’da filan ezberlemişim ki neredeyse satırı satırına biliyorum. “Tükenir elbet, gökte yıldız, denizde kum tükenir. Bu vatan, bu topraklar cömert, kutsal bir ateşim ki ben sönmez, İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.” Aynen böyle! Kemalizmi anaakımlaştırmak mı diyelim buna, Nuray Mert gibi “Kemalizm sivilleşiyor” mu diyelim, ne diyelim hiç bilmiyorum. Nereden dolandı bu dilime? Bunu kendi kendime sorduğumda da ardından şu geliyor. “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler etrafındaki mor halkalar?” İşin içinden çıkamıyorum...
Gazete Duvar
Bugün tatlı perşembe. Benim Gazete Duvar’daki yazı günüm aslında, dört “sevgili ve vefalı okurumdan” da sitemkar, üzüntülü mailler geldi. Aydın Abi ve Oya Abla ses etmedi ama ezeli dostları olduğunu düşündüğüm Tuğrul Eryılmaz, “Duvar’ı boşlama” minvalinde kısa bir laf etmişti Whatsapp’tan. Sağolsun. Onun da yeri ayrı...
Şimdi daha iyi anlıyorum ki aslında biz Gazete Duvar’ı hiç boşlamadık ama o bizi epeyce boşladı. Yine de gidenler efendice gitti. Başta Gazete Duvar çalışanları olmak üzere kalanlara birçoğumuz samimiyetle kaldıkları için içimizin rahat olduğunu söyleyerek gittik. Bunun karşılığı ne oldu? Fatura gidenlere kesilmeyeydi, iyiydi ama oluyor böyle şeyler. Karşılıklı psikanalize kalkarsak yazar kısmında laf tükenmez... Bazen sadece yutkunmak lazım. Zamanı geldiğinde her şey sakince konuşulur nasılsa. Şimdi Gazete Duvar çalışanlarına ve yeni genel yayın yönetmeni Hakan Aksay’a sonsuz şans ve başarı diliyorum. Gazete Duvar’da büyülü bir yan var. Maksat o büyü yitirilmesin. Zira büyü bozumu, bağ bozumuna benzemez. Elde ne üzüm kalır ne de şarap...
Bianet
Bianet’e gelince, bilen bilir, eskiden beri hep ara ara ama ağır oturaklı yazılar yazdığım, ta ilk kurulduğu günden, 1996 yılından (gerçekten) bu yana, güvenli yamaçlarında dolandığım mecradır. Aramız hep iyi olsun diye seviyeli, seyrek, efendice yazdım buraya. Kah Britiş kraliçesini, kah Madenli teyzelerimi, kah ciddi politik ve psikanalitik çözümlemelerimi yazıp durduğum Gazete Duvar’daki gibi muhabbete boğmadım burayı. Çok muhabbet tez ayrılık getiriyor. Maalesef. Hiçbir neden olmadığı halde Gazete Duvar’da olan buydu bence. Kendi kendine, kendi evinin dört duvarı arasından yazıp duruyorsun ama muhabbet yine ayrılık getiriyor. Mala minê...
"Gerek yok"
Sevgili okur demiştim, niye demiştim peki? Çünkü bakıyorum da sen de sosyal medyadan sitemlere katılıyorsun. Oysa yazarına sahip çık, simit sat, ne bileyim onurunla limon sık. “Noluyonuz la” de, bugüne kadar severek okuduğun yazarlara kızacaksan da böyle kız. Yazılarını paylaş, bir şey de. Ayrılan genel yayın yönetmenine işin aslını astarını sor, gazetenin sahibine daha çok sor. Kaç kişi yaptı bunu? Sessiz sedasız ve kısaca gerekçelerini açıklayan ve çoğu birbiriyle bir kez bile konuşmadan ayrı ayrı ayrılan yazarlara mı gücünü yetirdin, he? Neyse bu kısmı daha sonra anılarımda yazarım. Demirtaş’ın Caner’inin dediği gibi “Gerek yok.”
Bugün Bianet’e ara ara hep yazdığım gibi yazayım demiştim aslında. Bunları yazmaya da hiç niyetim yoktu. Tam Bianet’lik bir mevzum vardı. Ama günlerden perşembe olunca eski bir alışkanlık depreşti ve klavyemi ele geçirdi. Dua edelim ki, halktan birine kaçarak kraliyetle bağını koparan Japon prensesine kadar ilerletmedim olayı. Onu yazmayacağım. Kraliçe Elizabeth’in hastalığını da yazmayacağım. Ölümünün “Saray yıkıldı” diye duyurulacağını, pardon ya “Londra köprüsü yıkıldı” diye duyurulacağını da hatırlatmayacağım. Amaaannn... O kadar hatırlattık da ne oldu zaten. Bu dünya 100 yıl yaşamış bir kraliçeyi iki saatte gömmeye ve üç günde unutmaya hazırlanıyor. Benim delibozuk kraliçe yazılarımı mı unutmayacak?
OHAL Komisyonu
Konumuz şu ki OHAL takozu önümüzden kaldırıldı. Tamı tamına dört yıldır, dört koca yıldır, kamudan ihraç edilmiş barış imzacısı akademisyenlerin iç hukuk imkanlarını kullanmaları önünde engel oluşturan, tamı tamına da bu amaçla oluşturulduğu hissiyatını taşıdığım OHAL Komisyonu yolumuzu takozlamaktan vazgeçti. Hissiyatım budur. Hissiyat suç değildir inşallah. OHAL Komisyonu'nun yaptığı ise basbayağı suç. Yüzde 93’ünü tamamladığı 125 bin küsur kamu görevinden çıkarma dosyasından 15 bin küsuru hariç hepsine ret vermişti. Barış imzacısı akademisyenlerini ise bir türlü ne yapacağını bilemiyordu. Daha doğrusu, saray bilemeyince onlar da bilemiyor sayılıyordu.
Tek mağdur biz değildik tabii ama bizimle ilişkili olarak tam dört sene sonra önemli bir gelişme oldu. Takozu önümüzden kaldırmaya karar verdiler. OHAL Komisyonu sayfasına giren arkadaşlarımız orada ardı ardına “başvurunuzun reddine karar verildi” mealinde ifadeler gördü. Ben de sanırım üç vakte kadar görürüm. Neden şimdi sorusunun yanıtını irdelemeye devam edeceğiz. Ama kendi adıma memnunum. Takoz kaldırıldı. Yürüyüp geçebiliriz. Bundan sonra idare mahkemesine gideriz. Hatta oralarda da dört yıl oyalanacağımızdan bahisle yeniden AİHM’e başvururuz. Ne gerekirse yaparız artık.
Bize değil amaaaa suç işledikleri hissiyatında olduğum OHAL Komisyonu üyelerine büyük geçmiş olsun, nasıl ve ne tür bir suç işlediklerine dair görüşlerimi anlatmayı denemiştim. Sabrınız varsa onu da dinleyin.
Dediğim gibi tünelin ucu göründü. Bugün tatlı perşembe. OHAL takozu yolumuzdan kaldırıldı...
(SÇ/NÖ)