En sonunda geldiler... Yüreğimiz ağzımızda haftalardır bekliyorduk zaten. Kimler söylemedi ki; “Edebiyat sabır işidir” diye… İşte sabretmek, yazara olduğu kadar okura da düşer diyerek ve “Taşra’nın kökeni de zaten taş’tır” diye ekleyerek, biz de elimizi taşın altına koyduk ve sabrettik…
Önce büyük bir heyecanla Taşra ve Edebiyat Sempozyumu (18-19 Mayıs 2013, Kadir Has Üniversitesi) programının açıklanmasını bekledik, sonra atölye çalışmasında acaba hangi üstadın öncülüğünde Taşradan Edebiyat Manifestosu’nu hazırlayacağımızın derdine düştük, onu da öğrendik. Yine de sempozyumdan bir gün önce heyecandan uyuyamadık; sevdiğimiz yazarı görme hayaline düştük, oradan kalktık hayranı olduğumuz şairle iki laf edebileceğimiz günün sabahına uyanmayı iple çektik, onu bıraktık öğrencisi olma şansına erişemediğimiz akademisyenlere hangi soruları sorsak diye notlar aldık… Ama neyse ki şanslıydık; o sabah kahve ikramı vardı ve rüyadan gerçeğe, gerçekten rüyaya geçiş konusunda tecrübeliydik; Hasan Ali Toptaş da oradaydı!
“Edebiyatın yegâne merkezi dildir”
İlk oturumda, “Edebiyatta Taşranın Ruhu”na değindi Abdullah Ataşçı ve Edip Cansever’in “İnsan yaşadığı yere benzer” dizleriyle sözü açtı. Ataşçı, “Biz de burada, zaten bunun dışında bir şey söylemeyeceğiz” dese de, Çehov’dan Kafka’ya, Yaşar Kemal’den Cemil Kavukçu’ya kadar uzanan geniş bir yelpazeden “taşra ruhu”na dair çok şey söyledi. Bunların en dikkat çeken ise, Ataşçı’nın Hasan Ali Toptaş’a bakış açısından ve onun yazma inadından yola çıkarak söylediğini ifade ettiği şu cümleydi: “Ne anlatırsa anlatsın, ne yazılacaksa yazılsın, önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın yegâne merkezi dildir.”
“Taşra’da Zaman, İnziva ve İntihar” başlıklı konuşmasıyla Arın Kuşaksızoğlu, bu başlıktaki tüm anahtar kelimelerin bir bütünü oluşturduğuna değindi. Sonra “Taşra” kelimesini ilk duyduğu anı; buraların ‘oralar’ olmadığını anladığı ilk anı paylaştı bizimle. “Zaman artık taşrada da dünya saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil” diyen Kuşaksızoğlu, Taşra’nın intihar ile olan ilişkisini Anayurt Oteli romanı üzerinden değerlendirdi ve hem kendine hem de bize o malum soruyu sordu: “O ip koptu mu kopmadı mı?” Biz tam da içimizde Zebercet’in o muallak sonunu düşünürken Süha Oğuzertem sözü aldı. Taşrayı anlamak ve anlatmak denince ilk akla gelen metnin, Yusuf Atılgan’ın Evdeki adlı öyküsü olduğuna değinen Oğuzertem, bu öyküdeki bir cümlenin izini sürerek ortaya çıkardığı bir “sırrı” bizlerle paylaştı. O öyle bir sırdı ki, “İki kişinin bildiği, sır değildir” cümlesi sanki ete kemiğe büründü, sempozyuma katıldı ve Süha Hoca’yı ayakta alkışladı.
Ömer Solak ise 1923-1980 yılları arasında çatışmaya dönüşen merkez-taşra ilişkisinin, 80 sonrasında nasıl bir seyir izlediğini aktardı. “Edebi akımların taşraya bakışları arasındaki benzerlikte, ‘taşraya bakış’ın başlı başına bir akıma dönüştüğü görülür” diyen Solak, Osmanlı döneminde yazılmış romanlardaki temel çatışma olan Doğu-Batı çatışmasının, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde merkez-taşra çatışmasına evrildiğini ifade etti. Süleyman Akbulut’un “Öteki Olarak Kentteki Taşralı” başlıklı konuşmasındaki şu sözleri ise hafızalarımıza kazındı: “Engellilik, diğer kimlikleri yıkıp geçer. Sizi bir anda kentin yabancısı, ötekisi kılar.”
“Benim gibi kokmayanlar” bir adım öne!
Vedat Ozan’ın koku kültürü içinde “öteki”nin izini sürdüğü konuşmasında George Orwell’ın da “Aşağı sınıfların kokusu” şeklinde dile getirdiği gibi kokunun sınıfsal ayrıştırmanın bir etiketi olarak nasıl kullanıldığını gördük. Ozan’ın “Tarih içinde görmek ve işitmek eril, tatmak ve koklamak ise dişil olgular olarak hiyerarşik bir düzende sıralanmıştır” sözüyle de, kokunun mesleki ve etnik ayrıştırma etiketi olarak kullanımının yanı sıra cinsel ayrıştırma etiketi olarak da kullanıldığını öğrendik. Mehmet Said Aydın’ın Turgut Uyar’ın Yokuş Yol’a ve Kırlardan Geliyorlar şiirleri üzerinden taşra-kır yakınlığını tartışan ve Nurdan Gürbilek’in taşra sıkıntısı üzerine söylediği “Yoksunlukla akraba bir sıkıntıdır bu...” sözünün önemine değinen konuşmasına son noktayı şu dizeler koydu: “Elbette kırlardan gelecekler kırlardan, kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber…”
Ortalığı bir sümbül kokusunun sardığı sırada Nesra Gürbüz, Yeni Türkiye Sineması’nın taşrada ne aradığını sordu bize… “Yeni Türkiye sineması bir ev arıyor. Ortada bir kaçış motifi olarak kullanılan, romantik bir güzelleme olarak bakılan taşra ve sıkıntı ile boğuculuğu anlatan bir taşra olarak iki tür bakış var” diyen Gürbüz, Yeni Türkiye Sinemasının ya taşranın hayalini kurduğunu ya da taşraya ağıt yaktığının altını çizdi.
Sonra biz o hayal ve ağıtları düşünürken, Kerem Işık’la “İnsanın Merkezine Seyahat” etmeye başladık. Kerem Işık’ın merkezin çevreyi yuttukça hâkimiyet kurduğuna ve teknolojinin de gittikçe o merkezin gücünü kırdığına değindiği konuşmasına kulak verdik. Merkez-taşra ilişkisini hız-yavaşlık ikilemi üzerinden biçimlendiren Kerem Işık ile birlikte çıktığımız bu seyahatte ise kimimiz yavaş, kimimiz hızlı adımlarla yol aldık. Çünkü Milan Kundera’nın yazdığı ve Işık’ın da altını çizdiği gibi biliyorduk ki: “Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır.” Gökhan Aslan’ın merkez-taşra ilişkisini iç-dış, akıl-beden ve hafıza-fantezi gibi karşıt kavramlar üzerinden yola çıkarak ele alması oldukça dikkatimizi çekti. Aslan’ın “Hafıza geçmişle anlatılır ve bendeki hafıza taşradır” ifadesi, taşranın “öteki” olarak belirtilmesindeki “yoksunluğa” ışık tutar nitelikteydi.
“Taşra sıkıntısı diye bir şey varmış, kitaplardan öğrendik”
Taşra ve Edebiyat Sempozyumu’nun son oturumunda, Necati Mert’in “Taşra Ötekidir” başlıklı konuşmasını dinleme şansı da elde ettik. Mert’in “Taşra ötekidir, taşra Kürtlerdir, kadınlardır, engelliler, Çingeneler, eşcinsellerdir…” dediği sırada ise bu sıranın uzunluğunun utancından, belki de kızgınlığından yüzümüzün kızardığını hissettik. O sırada Necati Mert ekledi: "Bugün taşra ötekidir ama yarın, taşra öteki olmamalıdır."
Asuman Susam konuşmasında; “Anaakım medya, merkez ve iktidarın sesiyle taşrayı düşünmemizi sağlar” derken, küresel kapitalizmin manipüle edici alanları karşısında yeni kamular yaratması nedeniyle teknolojinin önemli bir alana işaret ettiğine değindi. Susam ile birlikte “Taşrayı yeniden düşünmeye” çalışırken, şu sözlerini de bir kenara not ettik: “ Dijital mecralar yüz yüze iletişimi yok ediyor gibi görünse de radikal alanlar oluşturmak bağlamında kitle iletişim araçlarının önemini göz ardı etmemeliyiz.”
Ethem Baran sözü aldığında ise, genellikle sempozyumlarda pek rastlanmayan “kahkahaların fedaileri” birer birer salonu doldurmaya başladı: “Ellerimizin kirli olduğunu kitaplardan öğrendik. Evlerimizin eski olduğunu, yoksul olduğumuzu, hatta sıkıntı içinde olduğumuzu bile kitaplardan öğrendik. Bunun dışında bana söyleyecek söz kalmadı” diyerek sözü Şükrü Erbaş’a verdi. İşte ne olduysa o sırada oldu! Şükrü Erbaş, “Taşranın Ruh Atlası”nın sayfalarını araladı ve o sayfalardan fıkralarla birlikte kahkahalar, Tezer Özlü’den cümleler, Neşet Ertaş’tan anılar yağdı. Yağacaktı tabii ve biz de içecektik, çünkü “Tarlakuşu yağmur damlasından dünyayı içsin” diye anlatıldı bunlar…
Taşra ve Edebiyat Sempozyumu’nun “gizli ev sahibi” Mesut Varlık sözü aldı ve önce merkez ve taşra tanımlarının coğrafi olmadığına değindi. “Taşranın sıkıntısı var, merkez ise sıkıcı. Biri duygu, diğeri ise bir durum” diyen Varlık’ın, dönüp dolaşıp baktığımız yer olan çocukluğumuzun, ananelerimizin, anıların ve kokuların psikanaliz dışında bir yerde, taşrada da karşımıza çıktığını dile getirmesi hiç de “sıkıcı” değil, aksine heyecan vericiydi. Varlık’ın şu “anahtar” sözleri zihnimizdeki yeni bir kapıyı ardına kadar açtı: “Merkez’i bilinç, taşrayı bilinçaltı olarak görebiliriz. O zaman şunu da söyleyebiliriz: taşra, merkez tarafından oluşturulan bir alt bilinçtir…”
“Yazar kelimelerde yaşar”
Mesut Varlık’ın Taşra ve Edebiyat Sempozyumu’nun “gizli ev sahibi” olduğu ne kadar aşikârsa, sempozyumun bir de “gizli kahramanı” olduğu o kadar aşikârdı. Hasan Ali Toptaş’ın sempozyum sonunda dile getirdiği şu dört kısa cümle, içimizde uzun uzun yankılandı: “Edebiyatın merkezi, taşrası yoktur. Olsa olsa, tüm varlığıyla, kâğıdın yüzeyidir. Yazar merkezde yaşamaz, taşrada da yaşamaz. Yazar kelimelerde yaşar.”
“Ne de olsa bazı kahramanlar az konuşur ama öz konuşur” diyerek biz kendimizi teselli ederken bir de baktık ki, iki günlük Taşra ve Edebiyat Sempozyumu, ardında birkaç fotoğraf karesi, pek çok unutulmaz anı ve bir manifesto** bırakarak sona ermiş. Üstelik tam da Merkez’e ithaf edilen o “hız”la ve Hasan Ali Toptaş’ın “Benim için taşra, zamanın zaman zaman kavak yapraklarına takılıp kaldığı yerdir” sözüne karşılık vermeye ant içmişçesine…
*Bu başlık, Behçet Aysan’ın “tentürdiyot” şiirinde geçen ve Taşra ve Edebiyat Sempozyumu’nun da alt başlığı olan “Taşradan geliyorum, taşradan” dizesine bir atıfdır.
**Taşradan Edebiyat Manifestosu’na ulaşmak için: http://www.tasradangeliyorum.com/