*Bir Taşra Köpeği kitabının ilham verdiği Ahlat Ağacı filminden.
Sürekli fiziksel ve düşünsel bir mengene arasında, küçük hesapların daha büyük çatışmaların gölgesinde süre gittiği bir cinayet taslağını anıştırıyor "Bir Taşra Köpeği". Ait olunmayan bir varsıllık ve ait olunan asıl yoksunluk arasında, tatmini gitgide zorlaşan ve somutlaştırılması zaman alacak bir alaylar matrisi hatta.
Romana ilham veren taşranın birbirine düne kadar yılankavi yollarla bağlı olduğunu, il merkezinin adının kahramanlıklarla anıldığını biliyoruz.
Üstüne üstlük taşranın o uyuklayan bağnazlığına hâkim anlayışla kemik tacirliğine, kutsallık adı altında ölü seviciliğe dönüştüğü bir dönemin içinden sıkıntılı ve trajikomik bir kentsoyluluk arayışının hicvedilmesini okuyoruz, "Bir Taşra Köpeği"nde.
Romana ruh katan karakterler her biri kendi dünyasında, bir başkasının asla kıyasa hükmedilmeyecek kadar katı ve acı dolu deneyimler yaşadığını vurgular durur. Yan karakterler "ben buradayım!" dese bile, bir elbiseye, bir saç-sakal stiline, gözlerindeki ışıltıya yahut hüzne rağmen her an silikleşip, sigara dumanının gözü yakması gibi elle itelendiğinde kaybolacak gibidirler.
Uyguladıkları her neyse ortak insan eylemlerinin su götürmez gerçekliğine sahip dahi olsalar, ana karakterin gözünde bir ikinci sahnede tekrardan görünmeye değip değmediği hep kuşkulu kalacak gibidir.
Sürekli zihnindeki alışkanlıklar ve yeni olasılıklar karşısında bencilce bir hüküm besleyen, adım atmanın yersizliği ve sonuçların birbirlerinin kopyası olduğunu anlayacak kadar bilgeleşmiş ama içindeki bastırdıkça fosforlu gözlerini karanlığı kanatırcasına açan o içgüdülerin kirli mastürbasyonu karşısında hijyen düşkünü bir iğrenti duyacağı kesindir hatta.
Yaşam denilen sayrıya değmiş herkesin bir üst karakterde buluştuğu ve korunma içgüdüsünün rahmini tırnaklarıyla eşeleyen baskısı karşısında öfkesini her daim diri tutan yeni bir Patrice Mersault figürü çıkıyor karşımıza.
Yenilmişlerin şeytanı, sunak istemez
Duyarsız ve gamsız ifadesiyle olayların seyrine dair pek az fikir telakki ettiği, kendine dokunmayan yılanın istediği kadar yaşayabilmesine olan kayıtsızlığıyla, büyük bir hıncı damıttığını görebiliyoruz. Yenilmişlerin şeytanı, sunak istemez.
Olsa olsa yeniden yapıp, tekrardan yıkmak için zayıflıklarının başkalarına da sirayet etmesini umar ve o yolda salyalarını saçarlar.
Küçük kentlerin alışılagelmiş tek erdemi kişioğullarının kuyusunu kazmaktan ibarettir. Öfke sadık bir köpek olarak en küçük seste ruhun sözcülüğüne soyunur ve saldırmak için baştan aşağı kollar düşmanını. Başta kendi ve yansıttığı aksini yani. Taşrada herkes elinde tasmalarla birbirini çekiştirir durur.
Aksi katlanılır şey değildir, çünkü her ne koşulda olursa olsun, ikbal kaygısı küçük adamın dilini çivili bir kırbaç ve gölgesini Cerberus kılmasını gerektirir.
Sigara dumanı, kahvehane atmosferinde okey taşlarının çınlaması, gölgeye sığınan terli ve yapışkan gerçeklik karşındaki her kimse onu da kör kuyuna birlikte çekeceğin öfkeli bir cinsellik taşır. Çaresizlerin tek silahı kendini feda etmektir, lakin daha akıllı geçinen taşra aydını için bu lanetlenmesi gereken bir lüzumsuzluktan ibarettir aynı zamanda.
Sonuç olarak "Bir Taşra Köpeği" aynı döngünün hep başarısızlığa uğrayışında, yeni bir tefekkürü, yeni bir tatmin duygusunu anti-kahramanında yaşatan bir ilk roman. Çaresizliğin bukağısını ve taşranın karanlık cinsel dışavurumunu bir bedene bürüyor yazar romanın içinde.
Adı geçen karakterlerin kimlikleri bulanık olsa da, birbirlerinin alter ego'suyla hem kendileri, hem de karşıtlarıyla iç içe geçip benzeştiklerini fark etmeseler bile bir süre sonra okur kendi içindeki kırılmaların uğultularını ve haykırışlarını okumaya başlıyor.
Durgun taşra kentinin fizik yasaları
Romanın içinde birbirini taze leşin çarpıcı ve boğucu kokusuna kapılıp, yaradılışının tüm açgözlülüğüyle didikleyen karakterleri görmek mümkün. Okurun da içselleştireceği gibi ortak bir yaşamda, ortak bir paydada aynı çelişkilerin ve ihtirasların boyunduruğuyla, unvan ve apolet denilen çiğliği reddetmelerine rağmen onun tasmasıyla herkesin acımasız bir benmerkezcilik rolüne girmesini görmesi olası.
Taşranın eski geleneksel edimleri olarak ağalık payesi için kıyasıya bir soğuk savaş devam ediyor. Karakterlerin kuklalar gibi etrafındaki peykleri çekiştirdiğini göstermekteki maharetiyle edebiyat okurları arasında "Akın Aksu Romanı" kavramı, bir tür insan sarraflığı inceliğinde işlenmiş karşıtlıklar komedyasına namzet olmaya aday.
Durgun taşra kentinin fizik yasalarıyla imtihanı gibi görünen boşluk ve unvan kapmaca gailesinin, kentte saygın olmakla övünen iki sözde sanat adamının, Berhan ve Levent'in mesnetsizliğe varan düşman yaratma hırsının cemaatleşerek, kutuplaşmaları nasıl azdırdığı da ayan beyan ifade edilmiş...
Karakterler arasında bahsi geçen Alptekin'in kendini nereye konumlandırdığı hususu okurun kafasında olası liberal ve döneminin adamı olmak, devlet erki güdümünde ilişkiler ağı kurmuş olmasının verdiği izlenim, temas ettiği dernek ve kişiler ölçütünde de kaygıyla izlenildiğine ve her devrin adamı ifadesiyle özdeşleşebileceğini ifade etmekte.
Diğer yandan, erkek egemen bir hava yansıtan romanın nadir kadın karakterleri ise; taşranın boyun eğdirilmiş kadın imajına kentsoylu fakat pasif kadın karakterlerle soslandırılması gerekliliğini hissettirmiş.
Patriyarkanın kadın düşmanlığına gönderme
Koca kitabın içinde bir elin beş parmağına bile tekabül etmeyen ve kurguyu yeterince doyurmayan iki kadın resmedilmesi, Yasemin'in, Sude'nin bir de Huzur evindeki kızın zayıf ve ötelenen bir cinsellikle ihtiyaçtan araya serpiştirilmesi romanın bu noktada patriyarka'nın kadın düşmanlığı göndermesine vesile olmuş görünmekte.
Öte yandan Halkevci tiplemesinin bir toplumsal umacı şeklinde yansıtılması, siyasal etkileşimin her ne kadar demokratik ve budaklı gibi görünmesine olanak sağlıyor olsa bile ardında o karakteri olgunlaştıracak başka karakterlere dair verilerin kısıtlı oluşuyla zaman zaman havada kalan ve susturulması elzem silik bir dava adamının karikatürize edilişi niteliğinde.
Roman yazarının kentte ördüğü yol ağının her köşesinde özellikle arketipler halinde hayata kattığı yan karakterler, ifade ve söylem açısından Batı Anadolu insanın kaderciliği kadar hep dünyanın doğu yakasına ithaf ve itham edilen işgüzarlıkları, şark kurnazlığı bolca işlenen diyaloglar sayesinde romana dahil etmeyi sıklıkla başardığı görülüyor.
Bir üçüncü şahıs olarak okuyucuya bu yüzeysel ama göndermeleri yerli yerinde olan konuşmaları oldukça iyi yansıttığını da bahsetmemek olmaz. Yarı aydın, memur ve kent siyasasına dahil olan bir kesimin, özellikle alt düzeyde kültürel bilince sahip karakterlerle diyaloglarında görünür hale gelen felsefi göndermelere aynı oranda karşılık verilmesi ise gerçekliğin kapsamını daralttığı anlaşılıyor.
Bu ilk romanın ortalarına doğru nasıl devleştiğini her sayfasını hazla okuyup, yeni bir sayfanın getirisi üzerine daldığımızda şu fani komedyanın arasındaki incelikleri de keşfetmiş olacağız.
Romanın sonlarında yazarın da dediği gibi: "...mezarlıklarda gülesim gelir, kendimi tutamadığım anlar olurdu..." Her yerde karşımıza çıkan şu garip ironiye kapılıp, istemsizce ve alelade bir kahkahayla yolumuza devam etmemiz gerekiyor. (MBI/PT)