Pandemi yüzünden iki sene ara verdiğim yurt dışı seyahatlerime, komşunun Psara adasını beşinci defa ziyaret ederek tekrar başladım. Kendini bütün nimetleriyle bana ve arkadaşlarıma sunan Ege’nin ortasındaki iyice çoraklaşmış kaya parçası bu aralar mütemadiyen esen kuzey rüzgârları tarafından dövülüyor.
Küçük grubumuzdaki iki kişinin 18 Ağustos Perşembe günü Türkiye’ye dönmesi münasebetiyle son deniz banyolarını yapmaları için Çarşamba akşamüstü gittiğimiz Lazareta plajında bir sahil güvenlik memuru tarafından şahsen “dövülmek” ise bana kısmet oldu.
Geçtiğimiz günlerde bilhassa yerleşim merkezinden uzaktaki sahillerde, şezlongsuzluğun, şemsiyesizliğin ve bilhassa denize mayosuz girebilmenin lüksüne alışmış arkadaşlarımdan biri, köyün yanıbaşındaki plajda denize çırılçıplak girince adeta kıyamet kopacaktı.
“Türkiye’de kimbilir bir kez daha ne zaman bikinisiz yüzebileceğim ki?” deyip sahilde üstsüz güneşlenmekte olan diğer kadınlardan cesaret alan arkadaşıma hak vererek, slip mayom ve kafatasımın derisini tehlikeli güneş ışınlarından koruyan bonemle ben denize önden girdim, onlar arkamdan geldi. Birisi üstsüz iki arkadaşımla muhteşem koyun tertemiz görünen suyunda tatlı bir akşamüstü banyosunu bitirip sahile çıktıktan kısa bir süre sonra şort mayolu bir genç adam tepemize dikildi. Neredeyse anadan üryan olmasına rağmen kendini sahil güvenlik memuru olarak tanıttı. Bu arada hepimiz gayet usturuplu şekilde peştemallerimizi çoktan sarınmış, bedenlerimizi gereğince kurutmaya girişmiştik. Fakat “fail” olarak görülmesi gereken iki kadını değil de nedense beni muhatap kabul eden “dünkü çocuk” bize “pis günahkârlar” muamelesi yapmaya baştan endeksli gibiydi: Plaja gelmek üzere üç beş eşyamı koyduğum, aslında incir taşımaya yarayan hasır sepetimi kuma boşaltmamı isterken heyecanlı bir uyuşturucu operasyonu kapsamında narkotikçi memurlara acemice özendiği kesindi. Kendi kafasının karışıklığını da ele veren birbiriyle alakasız soruları çapraz sorgudaymış gibi peş peşe sıralıyor, ben tutarsızlıklarını İstanbul Rumcası’yla da olsa yüzüne vururken söylenenleri kale almayıp bizi terörize etme çabasını ısrarla sürdürüyordu. Kimliğimiz yanımızda olmadığı için bizi sahil güvenlik merkezine götürme fikrine coşkuyla sarılmış, Yunanistan’da çıplaklığın yasak olduğunu bilmeyişime asla inanmıyordu.
Haddini aşan agresif tavırlar
“Türkiye’de denize çıplak girebiliyor musunuz ki?” sualine, cevap vermeme hakkımı kullanarak kayıtsız kalıyordum. O anda yanımızda beliren ve hem daha kıdemli hem daha yüksek rütbeli olduğu anlaşılan, mesai saati dışında orada bulunan bikinili kadın “Bu tip mevzulara girmesen daha iyi olur!” dediği halde uyarısı bizimkinin şuurunu kısa bir süre etkileyebiliyordu.
Dinî otoritenin fosilleşmiş muhafazakâr gücü Miçotakis gibi statükocu bir başbakanın varlığında adeta şahlanıyor, bir zamanlar sanat tarihine kazandırılmış, insan bedeninin en muhteşem (çırılçıplak) temsilleri olan ölümsüz eserlerin anavatanında gericilik sanki prim yapıyordu.
Tam beş sene önce aynı sahilde benzer bir hadise başımıza geldiğinde kanunen sahile çıkamayarak şişme botlarından seslenmek suretiyle duruma müdahale edebilmiş meslektaşlarına göre 2022’de, mayosu ve omuzuna taktığı küçük bir muameleci çantasıyla sahilde dolaşıp turistlere kanunları hatırlatmaktan çok öteye varan küstahlığı, dünyayı ve dolayısıyla Yunanistan’ı saran güvenlik paranoyasının birebir yansıması mıydı?
Ya sahilde ufak penguen grupları edasıyla olayı uzaktan seyreden diğer turistlerden tek bir ses çıkmamasına ne demeli? Tabii demokratik medeniyetin kadim beşiğinde tartışmak, sesini yükseltmek, polise belirli bir mukavemet göstererek argümanlarını savunmak, hatta ağzını bozmak olağandı; fakat onlar için bildik klişeler çerçevesinde devam etmeyen çatışmanın dinamiği egzotik bir hayvanın çırpınışlarını büyülenmiş şekilde röntgenlemek gibi bir şey miydi?
Köpek muamelesi sürüyor
“Sepeti tekrar boşalt!”
“Donumu kuma değdirmem, apış aramda pişik oluyor!”
“Şortunun ceplerini iyice boşalt!”
“Köpeğin olayım! Zaten biz genelde böyle muameleye alışık olduğumuz için burada eksikliğini hissediyordum!” diye karşılık verirken emirleri gayet nevrotik tavırlarla yerine getiriyorum. Mevzubahis memurdan, sık sık önü açılıp belimden düşmeye meyilli peştemalime mukayyet olmam gerektiğine dair en ufak bir ikaz nedense gelmiyor.
“Başka telefonun yok mu?”
(Nokia telefonum onun, hayatımıza cebren sızma imkânını kısıtlıyor muydu yoksa?)
“Çadırınız nerede?”
“Çadırda kalmıyoruz, Psara Studios’da kalıyoruz.”
“İnsanların tatillerini rahatça geçirmelerine izin versek daha iyi olmaz mı?” diyen kıdemli üstünün bu telkini de, adeta iktidar transına girmiş memur için kifayet etmiyor ve adanın küçücük karakoluna doğru yürüyerek yola çıkıyoruz.
Memurla üçümüz baş başa kaldığımızda adeta süngüsü düşüyor, hatta ya formsuzluktan ya da bundan sonra ne yapacağını bilemediğinden tempomuzu tutturmakta zorlanıyor, nefes nefese kalıyor.
Bu arada hiç Yunanca bilmeyen “suçlu” arkadaşım, yolda olayın “fail”i olarak sadece kendisiyle ilgilenmesi gerektiğine onu İngilizce konuşarak ikna etmeye nafile uğraşıyor.
Yakında rahatsız edici seviyede turistikleşme alarmı veren küçücük adada, yabancılarla yakın temasta olmak üzere birilerince yetkilendirilmiş bir memura hiç yakışmayan kırık dökük İngilizce’siyle onu ne kadar anladığı zaten meçhul.
Normalde güvenlik kuvvetlerine yapacak işin çıkmadığı, belki son zamanlarda mültecilerin kelle koltukta seyahatler ettirilerek ulaştırıldığı bir mahrumiyet bölgesi, bir an önce kurtulunmak istenen bir sürgün yeri değil miydi zaten Psara? Sonu gelmez boş vakitlerinde biraz yabancı dil öğrenerek hırsını daha makul biçimde konuşturması, Psara ile Antipsara arasındaki boğazı tam da o gün, neredeyse boydan boya kaplayan devasa Frontex gemisindeki Avrupalı dostlarıyla yakın irtibata geçebilmesi hayırlı olmaz mıydı?
Merkeze vardığımızda sahil güvenlik amirinin nedense orada olmadığını fark ediyor, bize duyduğunu samimiyetle ifade ettiği güven çerçevesinde otele gidip kimliklerimizi almamızı rica ediyor.
Dönüşte bir türlü açılamayan sahil güvenlik ofisinden adanın mütevazı karakoluna gidiyor, sadece benim pasaport numaramla yapılan GBT’msi bir kontrolle “serbest” bırakılıyoruz.
“Biraz aşırı davrandığım için özür dilerim!” diyor, karakolun kapısında kuyruğunu kıstırmış bir köpek kırıklığında.
“Sen asla adam olamazsın!”
Can çıkar huy çıkmaz!
İtalya’nın kuzeydoğusunda, bir zamanların şanlı Trieste’sinin başkentlik yaptığı Friuli Venezia Giulia bölgesinde polislik görevini yürüten Gigi (Türkçe telaffuzu Cici) için de bir meslektaşı aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor.
Coğrafyanın ovalık alanında üniformasını kuşanmış, emniyetin polis aracına kurulmuş şekilde devriye gezerken şahsi ilgi alanına girmiş bir genç erkeğin mıntıkasını mütemadiyen tavaf ediyor ve bu pratiğini aslında kendi paranoyalarından yola çıkarak, onu potansiyel bir suçlu olarak gördüğünü ilan ederek sürdürüyor.
Arada sırada beraber devriye gezdiklerini gördüğümüz tecrübeli kadın meslektaşı ona davranışının meslek etiğine uymadığını, çok istiyorsa mesai sonrası, üniformasını bir kenara bırakarak, emniyetin aracıyla değil, kendi imkânlarıyla genç adamı takip edebileceğini söylüyor ve ardından karakolda birçok meslektaşıyla arasının zaten iyi olmadığını hatırlatarak Gigi’yi ciddiyete davet ediyor.
Tamam, durgun taşrada fazla heyecan yoktur; fakat bir devlet görevlisinin yetkilerini sömürerek can sıkıntısını bertaraf etmeye çalışması ahlaksızlığın ta kendisidir.
Gigi’nin sevimsizliği bununla da kalmıyor; evinde mütemadiyen bilumum kadınları misafir ediyor olmasının komşularını fazlasıyla rahatsız ettiğini öğreniyoruz. Biz seyirci olarak buna asla şahit olmuyoruz aslında, fakat herhangi bir olayın çok ender olarak meydana geldiği ıssız taşrada arabasıyla devriye gezerken telsizle bağlantı halinde olduğu merkezdeki yeni kadın polis Paola’yla mütemadiyen flört ettiği kesin. Yılışıklık seviyesine varan konuşmalarında sesini çapkın tonlarla süslemek suretiyle kendine çok cazip bir erkek havası veriyor, yavşak erotizm kasırgaları estiriyor.
Paola diye gerçek bir karakter olup olmadığı bile belli değil aslında!
Kanun sen değilsin!
Kanunları kendine göre yorumlamaya meyilli, monotonluğun pek ender bozulduğu sıkıcı taşrada kendini adeta adaletin uygulayıcısı gibi gören, meslek dejenerasyonu içindeki bir polisle daha karşı karşıyayız. Zaten hakkındaki belgeselin adı Gigi La Legge/The Adventures of Gigi the Law, Türkçe diline belki Kanun Hükmündeki Gigi’nin Maceraları olarak tercüme edilebilir. Alessandro Comodin‘in yönettiği 102 dakikalık İtalya-Fransa-Belçika ortak yapımı film geçen hafta Locarno Film Festivalinde yarışarak Jüri Özel Ödülüne layık görüldü.
Aslında yönetmenin kahramanına yaklaşımı o kadar da acımasız değil çünkü Gigi amcasının ta kendisi (yoksa dayısı mı?). Sonuçta daima bir tiyatro sahnesindeymiş veya bir filmde yer alırmış gibi rol yapmaya alışkın bir milletten bahsediyoruz. Gigi kameralara poz vermekten tabii ki çok memnun; ayrıca yönetmen Comodin kurmacaya göz kırparak bize fazlasıyla oyunbaz bir senaryo da sunuyor.
Esasen Gigi’yi sevmemiz için muhtelif sekanslar bile var filmde. Mesela cengeli andıran bahçesindeki ağaçları komşusunun kronik şikâyetlerine rağmen budamaması onu azılı bir tabiatsever konumuna yükseltiyor. Filmin başındaki karanlık sekansta belirli bir mesafeden kavga edip birbirine muhtelif hakaretler eden iki komşu dakikalar ilerledikçe bayağılık çıtasını yükseltiyor, biz birer istenmeyen (yoksa istenen ve isteyen mi?) seyirci olarak şirretlik derecesine inanamıyoruz. Zaten tansiyon iyice yükseldiğinde bölgenin lehçesi ortaya çıkıyor ve resmî İtalyanca’dan epeyce uzaklaşılıyor. Yönetmen, sinema kariyerinin ilham perisi kabul ettiği bölgedaşı Pasolini’ye bu vesileyle selam çakmış da oluyor.
Gigi’nin aslında iyi bir insan olduğunu ruh hastalıkları hastanesine teslim etmiş olduğu bir genç kadın veya tren raylarına kendini atarak intihar etmiş bir diğer genç kadın hakkındaki duygularını ifade ederken de anlıyoruz. O sonuçta ataerkil bir toplumda hislerini saklaması gereken, çapkın, sert ve kararlı bir imaj sergilemesi beklenen ezik bir erkektir. İzin verilse belki onun içinden de yumuşacık bir oğlan çocuğu çıkacaktır, aynı Psara’daki sahil güvenlik memuru gibi… (MT/AS)