22 Temmuz’da ortaya çıkan tabloyu ve seçim sonrasında yapılan yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ertuğrul Kürkçü: “Türkiye’de yeni bir demokrasi çığırı açıldı” demek hakikatle örtüşmeyen bir yorum. Herhangi bir gerçek kuvvet tarafından dengelenmeyen AKP iktidarının bize niye demokrasi vereceğini hiç anlamıyorum. Demokrasi vermiyor, tek parti hakimiyeti veriyor. Üstelik şimdi, geçmişte Sezer’in kısmen takoz koyduğu neoliberal dönüşüm projelerinin önünde hiçbir engel kalmamış oluyor. Asker hakimiyetinin sınırlanmış olacağını iddia etmek ise cehalet eseri. Dolmabahçe’de Büyükanıt’la Erdoğan bir mutabakata vardılar, bu apaçık. Tanrının hakkı tanrıya, ordunun hakkı orduya, Tayyip’in hakkı Tayyip’e. Bu mutabakatın sonuçlarını göreceğiz. Militarizm bir yere geriletilmiş değil. Ayrıca, kapitalizmin kitlesel bir onayla kendini yeniden üretir hale gelmiş olmasından ne gibi bir ferahlama duyulabilir ki?
CHP’nin ağır bir yenilgiye uğradığı yaygın kanaat, ama oylarını birkaç puanın ötesinde arttıramayacakları aşikâr değil miydi? Daha fazlasını hangi kesimlerden alacaklardı ki?
CHP’nin izafî bir yenilgisinden söz etmek mümkün. Evet, rasyonel düşünen herkes CHP’nin daha fazla oy alamayacağını görürdü, gösterirdi, fakat CHP’liler ve “cumhuriyetçiler” sadece kendilerinin inandıkları bir takım seçim tahminlerini ortaya yaydılar. Kemalist haberleşme sitelerinde dolaşan bir takım araştırmalara göre, CHP yüzde 28, AKP yüzde 25 oy alıyordu. Bu elbette Amerikalıların “wishful thinking” dedikleri şeydi: Olmasını diledikleri sonucu bir öngörüymüşçesine yaydılar. Doğan medyasında da seçim bölgelerine giderek halkın nabzını tuttuğunu söyleyenler, hemen her yerde AKP’nin büyük oy kayıplarına uğradığını, boşalan yeri CHP ve MHP’nin doldurduğunu yazdılar. Bana sorarsanız asıl manipülasyon, Tarhan Erdem’in araştırmaları değil, bu izlenim yazılarıydı. “CHP geliyor” havası büyük ölçüde böyle kuruldu. Elde edilen netice 2002’ye göre bir-iki puan ileride olsa da yenilgi addediliyor olması bundan.
2002’deki DSP ve YTP oylarıyla birlikte düşünürsek, o bir-iki puan bile yok.
CHP’nin yenilgisi, daha önce konuştuğumuz “ordunun A planı”na dahil olmanın kendilerini otomatik olarak iktidara taşıyacağı kanaatinin fos çıkmasından. Bizim baktığımız yerden bakanlar, tabanda bir “şeriatçı-laik” gerilimi olmadığını, hayatın böyle yaşanmadığını, dolayısıyla hiçbir şeyin buna göre belirlenmeyeceğini görüyordu. Bu tabii solda CHP’yi AKP neoliberalizminden kurtuluş imkânı sayanların gözünde bir yenilgi, hayal kırıklığı, moral bozukluğu kaynağı oldu. Baykal’ın sıkı duruşuna bakarak –sıkı duruyor hakikaten– şöyle düşündüğünü söyleyebiliriz:“Ben zaten bu işlerin seçimle olacağını düşünmüyordum ki, inşallah ordumuz bir şeyler yapacak, biz de onun desteği olacağız.” O çerçevede kendisini başarısız saymıyor. “Bir psikolojik operasyonda yer aldık, sonuçta vazifemizi yaptık.” Devamı da, “halk fos çıktı” diye geliyor. CHP’nin yenilgi görüntüsü, esas itibarıyla pompalanan zafer beklentisi dolayısıyla. Sonuçlar, 22 Temmuz’un olağanüstü bir seçim olmadığı yolundaki yargıyı da doğruladı. Çünkü, AKP 2004 yerel seçiminde, Şimdiki oy oranının beş-altı puan altına ulaşmıştı.
Eylül 2006’da güvenilir araştırmalar AKP’yi yüzde 43 gösteriyordu.
İşini doğru yapmak için “gerçek aslında nedir” diye bakanların gördüğü şeydi bu. Kendi payıma –şimdi biraz da kızıyorum kendime– daha iyi görebilirdim, fakat ötekilerin de herhalde bir bildiği var diyerek, daha ihtiyatlı davranmaya yöneldim, kendi öngörülerimi biraz da kırptım. 2002’den bir-iki puan fazla oy alacakları öngörüsünde karar kıldım. Zaten mantıklıca düşününce, Silahlı Kuvvetler, onların psikolojik harekât örgütleri, böyle bir yükseliş olmasa niye harekete geçsinler ki? Belli ki kopan kıyamet, o kâbus senaryoları, bu yükselen grafik bilgisiyle ilgiliydi. Bu safsatayı bir kenara bırakırsak, asıl çözümlememiz gereken şu soru: Bütün bu neoliberal kapitalist ekonomi politikasına ve kimseyi mutlu etmeyen kültürel ve politik yaşantıya rağmen, niçin AKP yükselen bir trend üzerinde? Ordunun baskısına direnmenin birkaç puan fark ettirdiğini, ama belirleyici düzeyin asker-sivil gerilimi olmadığını söyleyebiliriz, ama gene de bu oylar 27 Nisan muhtırasının bir şekilde veto edilmesi anlamına gelmiyor da denemez. Seçim öncesi TV söyleşilerinde Erzurum’da orta yaşlı, dinamik, düzgün konuşan bir adam, “ne işimiz olabilir ki bizim AKP’yle, niye ona oy verelim, onlar bizden değil, biz onlardan değiliz, ama bu yapılan var ya, bu olmaz” diyordu, “oyunun kuralını işin ortasında değiştirdiler, bu haksızlık, bu haksızlığın giderilmesi için onlara oy vereceğiz.” Bu adamın bir kişi olduğunu düşünmemek lazım. Büyük kentlerin liberalleri de AKP‘ye oy verdi. Çünkü AKP iktidarında onların gündelik yaşamı olumsuz yönde pek değişmedi. Dolayısıyla, “bir tantana çıkmasın, bu adamlar devam etsin” düşüncesiyle AKP’ye oy verenler oldu. Ordunun siyasete her müdahalesinin bir rezaletle sonuçlandığını düşünen insanlar arasında da dinci ya da sağcı olmamakla birlikte AKP’ye oy verenler oldu. Üskül’ü, Günay’ı AKP’ye götüren nedenler seçmen düzeyinde de işledi. Pek çok nedenle AKP oylarını çoğalttı. Ama ordu müdahalesini biricik etken olarak görmek, buna tepkinin de böyle bir yekûn oluşturduğunu söylemek, seçmenin büyük kitlesinin antimilitarist olduğu gibi bir tespite ulaşmamıza yol açar. Böyle olmadığını biliyoruz, hakikat bu değil.
Zaten aritmetik ortada. 2002’de DYP, ANAP, Genç Parti oylarının toplamı yüzde 22.5’ti. Bunun yüzde 6’sı MHP’ye döndü, yüzde 5.5’i de DP’de kaldı. Gerisi AKP’ye gitti. Bu seçmen kitlesinin antimilitarist olduğunu düşünmemiz için bir sebep yok gerçekten.
CHP’ye gidebilecek oyların bir kısmının MHP’ye aktığını da düşünüyorum. Baykal’ın kurduğu retorik öyleydi ki, onun vaazlarını bir kere hak verdikten sonra CHP’ye oy vermezsin artık. “Özde” milliyetçi, ırkçı bir partiye vermen lazım. MHP’nin geleneksel tabanındaysa oy eksildiğini, AKP’ye gittiğini, MHP’nin büyük şehirlerden oy aldığını görüyoruz. Bu da ilginç bir tablo. MHP genel olarak CHP’nin hakimiyet alanına tecavüz etmiş oldu. Ya da oradaki DYP, ANAP oylarını MHP sildi süpürdü.
Asıl mağlup MHP galiba. 1999’da yüzde 18’lere çıkan oyları, 2002’de 8.5’e inmişti, şimdi ancak 14.5’e çıktı, 1999’daki oyunun gerisinde kaldı.
Doğru. Çok büyük hayal kırıklığı vardı MHP’de seçim akşamında. Çünkü MHP için parlamentoya girmek mesele değildi, daha büyük bir başarı bekliyordu. AKP’yle yaptıkları çekişmeyi kırda, taşrada kaybettiler.
Mehmet Ağar’a oy verecek kitle MHP’ye yönelir diye düşünmüştük. Ama anlaşılan AKP’yi tercih etti.
Ötekilerden daha liberal tondaki söylemine rağmen, Ağar’ın projesinin çuvallamasına memnun oldum. Biraz zorlayarak şöyle diyebilir miyiz: Susurluk’a onay vermedi insanlar. Bu sonucun seçmenin onda seçecek bir şey görmemiş olmasıyla da ilişkisi var. Uzan’da da görmedi. Ne o, “ben Amerika’yı da kazıkladım” diye, ne de Ağar “ben bin operasyon yaptım” diye dolaşabiliyor ortalıkta. Bunlar hayırlı sonuçları seçimin. Bu seçimin bir iyi tarafı da, gerçek sayıların görülmüş olması. Cumhuriyet mitinglerine dair bütün o yaygın medyadaki palavraları alt alta koyalım, CHP’ye oy verenlerin sayısından daha fazla insan saymıştı medya. Üç milyon Ankara’da, dört milyon İstanbul’da, dört milyon İzmir’de, peki nerede şimdi bu 11 milyon insan? Palavra şimdi gerçek zeminine çekildi. Fakat bu gerçek zemin hâlâ problemli. Çünkü AKP bunlarla rekabet edebilmek için milliyetçi tonunu kuvvetlendirdi, CHP o traşa devam ediyor. MHP malûm. Meclisin çoğunluğu herhangi bir milliyetçi-militarist gaz karşısında derhal kanlı bir edebiyata kapılıp gidecek durumda.
Ama şimdi DTP var mecliste.
Bence seçimin en önemli sonucu DTP’nin meclise girmesi. Orada MHP’yle çektirilen resim insanın içini biraz burksa da, en azından “bir çözüm için her şeye varım” cesaretini ortaya koyuyor diye de düşünmeye olanak verebilir. Ama her şey DTP’nin elinde değil. Zamanında Britanya’da Sinn Fein’in elinde olmadığı gibi. Buradaki IRA ne yapacak, o çok önemli. Gündem gazetesinde yazılanlara baktığımızda –ki onlar çok büyük ölçüde DTP olmayan Kürt hareketinin tezlerini yansıtıyor– DTP milletvekillerini PKK’nin meşrulaştırılması yönünde çaba gösterme baskısı altında tuttuklarını görüyoruz. Bu iyi bir şey değil. İrlanda’da çözümün IRA’nın meşrulaştırılarak sağlanacağını sanmak gibi. Oysa çözüm nereden geçti, biliyoruz. Silahlar gömülünce çözüm çıktı.
Seçim kararının alınmasının ertesinde yaptığımız söyleşide (Express, Mayıs 2007) “solda ortak bağımsız aday” girişiminin, AKP ve ulusalcılar dışında bir “üçüncü cephe” kurulabilmesi yolunda önemli bir imkân olduğunu söylemiştiniz. Daha sonra da üç sosyalist partinin (ÖDP, EMEP, SDP) başkanlarının aday gösterilmesini pratik bir çözüm olarak önermiştiniz. 22 Temmuz sürecindeki aday belirleme yordamını ve seçim sonuçlarını “üçüncü cephe” açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim sonuçları bizim için bir dizi imkâna işaret ediyor, ama geride bir sürü sorun da artık olarak kaldı. Onların temizlenmesi şart. Birincisi, bu imkânın özellikle parti olarak örgütlenmiş sol hareketler tarafından yeterince değerlendirilemediğini düşünüyorum. Benim dediğim kısmen oldu, Ufuk Uras ve Levent Tüzel aday oldu, SDP de başkanları Filiz Koçali’yi değil ama, onursal başkanları Akın Birdal’ı verdi. Fakat, bu süreç birbirinden kopuk, tamamen temassız bir biçimde yürüdü. Baskın Oran’ın adaylığını da buna eklememiz lazım. her şeyden önce, bir ortak aday platformundan, ortak iradeden çıkmadı adaylıklar. Her bir unsurun DTP’yle yaptığı ayrı görüşmeler sonucunda çıktı. En önemli mesele bu. ÖDP’nin Ufuk Uras’ın seçimlere aday olarak girmesini benimseyen kanadı DTP’yle ayrı müzakere yürüttü. Akın Birdal’ın müzakeresi zaten hiçbir dolayımdan geçmedi. Levent Tüzel’in adaylığı da doğrudan doğruya DTP’yle yürütülen bir müzakere sürecinde gerçekleşti. ÖDP’de merkezin büyük çaplı itirazlarına rağmen, Ufuk Uras’ın aday olması ve seçimleri kazanmasıysa, ÖDP’nin çok daha ötesindeki bir güç ve birikimin harekete geçmesiyle gerçekleşti. Fakat İzmir’de, Levent Tüzel’in adaylığı etrafında böyle bir momentum sağlanamadı. Akın Birdal’ın Diyarbakır’da seçime girmesi ve Diyarbakır’da Türkiye solunun hemen hiçbir etkisinin olmamasına bakacak olursak, burada da bizim aradığımız türden bir deneyim ortaya konulamadı. Tabii, İstanbul 3. bölgede Sebahat Tuncel’in kampanyasına sosyalist soldan hemen hemen hiçbir etki ve katkı olmamış olması, çok acınası bir durum. Baskın Oran noktasındaysa, bir skandal var. Heba olmuş, edilmiş bir potansiyel söz konusu. Dolayısıyla, geri dönüp baktığımızda bir üçüncü blok, bir üçüncü cephe siyasetini iradî olarak, ya da bunu hesaba katarak, ya da bu opsiyonu açık tutarak yürütmemiş, fakat kısmen başarıya ulaşmış bir seçim süreci görüyoruz. Bu süreç sonunda Ufuk Uras’ı meclise göndermiş olmakla övünebilirse de, olası kapsamı içinden bakıldığında, bunun çok kısmî bir sonuç olduğunu ve stratejik bir atılımla birleşmediğini söyleyebilirim. Böyle olduğu için de, bu problemlerin giderilmesi gerekiyor. İkinci nokta şu: Uras’ı meclise taşıyan kuvvetin içinde çok büyük ölçüde ortak aday kampanyasına katılan, onların seferber ettiği insan toplulukları var ama, Uras’ın adaylığı bile bu kampanyadan üremedi. ÖDP bu görüşmeleri DTP’yle yaptı. Şimdi geri dönüp bu zemine ne taşıyacak Ufuk Uras? Bu sorunun yanıtı çok önemli, bu zemin, tutunacak bir mevzi haline getirilebilirse, buradan ileriye doğru adım atma imkânı var. EMEP dinamiğinden ise yeni bir girdi sağlandığını söylemek zor. Baskın Oran’ın adaylığının harekete geçirdiği dinamik ise Ahmet İnsel’in yazdıklarına bakarsak, burayla bakışmamak istiyor. Bütün bunlar benim söylediğim, baktığım gelecek açısından pek çok sorun olduğunu gösteriyor. Fakat bir iyimserlik duygusu da var, çünkü başarılmış bir şey var. ÖDP’nin kısmen desteklememesi, kısmen engellemesine rağmen, Uras’ı parlamentoya yollayan ittifaka baktığımızda, Kürt dinamiğinin de, Türkiye sosyalist dinamiğinin de, partisiz sol ya da genel seçmen katılımının da umulandan daha iyi sonuç verdiğini görüyoruz. Şimdi bunu analiz etmek lazım: Ben şöyle düşünüyorum: Gereksindiğimiz bazı kaldıraçlar Uras’ın yürüttüğü kampanyanın özgüllükleri içinden çıkabilir. Eğer Uras, kendisini destekleyen kampanyanın kazanımlarını ÖDP’ye taşıyabilirse bu, ÖDP’nin bu yeni oluşan dinamiğe kendisini feda etmesi ve kendisini bu süreç içinde yeniden ve başka şekilde kurması demektir, Bu da, sosyalist solda bütün taşların yeniden dizilmesi anlamına gelecek. O zaman bu süreç kendisine ileriye atılmak için bir dayanak noktası bulabilir. Tabii bu birçok şeyin rast gitmesine bağlı. Birincisi, Uras’ın ufkunu kaybetmeden ve kendisine verilen desteğin anlamını çözümleyerek yürüyebilmesi. İkincisi, bu süreci kendi partisine taşıyabilmesi ve şunu diyebilmesi: “Benim arkamdaki kuvvet bileşimi ÖDP’nin temsil ettiği alandan çok daha geniş, ÖDP bunu hak edecek yeni bir konuma geçmeli ve kendisini dönüştürmelidir.” Üçüncüsü, bu, ÖDP’nin tasvibini kazanabilmeli, sonra da yeni bir süreci örmenin imkanlarını bulabilmeli.
Bu noktada çok iyimser olmak zor. Çünkü, Ufuk Uras’ın ÖDP genel başkanlığına gelişi de, tıpkı milletvekili adaylığı gibi, emrivakiyle oldu. Bu emrivakiler partide ciddi huzursuzluklara neden oldu. ÖDP, seçimlere parti olarak girme kararı almıştı. Hatta, mayıs sayımızın “üçüncü cephe” kapağını ÖDP’li arkadaşlar sitemle karşıladılar, bizi örgütlü yapılar yerine bireysel girişimleri desteklemekle eleştirdiler. Üç gün sonra, Ufuk Uras bağımsız aday olduğunu açıkladı. Bu kararın parti meclisinde sert tartışmalara yol açtığı hepimizin malûmu. Haziran sayımızda Ufuk Uras’la yaptığımız söyleşide, adaylık sürecini sorduğumuzda, kararın “oy birliği” ile alındığını söyledi. Gerçeğin öyle olmadığını biliyorduk, ama “doğru söylemiyorsunuz” demeye de utandık açıkçası.
Aslında, “oybirliği” hem doğru, hem yanlış. Doğru, çünkü parti meclisi Uras’ın dediğini yapmak zorunda kalınca, oybirliği oldu. Fakat bu formel bir oy birliği, esasında şöyle oldu: Parti meclisinde oylama tam ortada kaldı. Bunun üzerine, dediler ki MYK halletsin. Ufuk Uras, MYK’den çoğunlukla çıkardı kararı. Bu kararı benimsemeyen kesim meselenin yeniden parti meclisinde görüşülmesini istedi. Tartışma tıkanınca Uras, “ben gidiyorum” dedi. Bunun üzerine ötekiler “lanet olsun, peki” dedi. Orada bulunanların oy birliğiyle Uras aday oldu. Ama bu, partinin oydaşmaya vardığı anlamına gelmiyor. Bu apaçık.
Genel başkan “bağımsız ortak aday” olunca, ÖDP’nin de diğer ortak adayları desteklemesi gerekmiyor muydu? Aksine, ÖDP birçok yerde diğer ortak adayları köstekledi. Bu kahredici bir ayıp değil mi?
Bu sorun var. Çok fazla sorun var, bunların birer birer ayıklanması lazım. Uras’ın adaylık sürecinin çözümlenmesi ve açıklanması gerekiyor. Baskın Oran sürecinde karşı karşıya kalınan bütün meselelerin konuşulması gerekiyor. Çünkü bence sorun sadece Doğan Erbaş’ın DTP’nin sözünü çizerek aday olması ve bunu partiye kabul ettirmesi, partinin birbirini çelen iki karar vermesi değildi. Baskın Oran’ın adaylığı da hiçbir ortak dolayımdan geçirilmeksizin bir emrivaki şeklinde ve DTP’lilerle ayrı bir görüşme sürecinde şekillendi. Ama bunun coğrafyası belli değildi. Baskın Oran kampanyası İstanbul 2. bölgeyi kendiliğinden ilan ve tayin etti. Bu tabii sorunların tetiklenmesine yol açtı.
Bundan Baskın Oran’ı sorumlu tutmak haksızlık olur. Ona kalsa Ankara’dan aday olmayı tercih ederdi herhalde.
Doğru. Herkes, DTP’liler de dahil olmak üzere, Baskın Oran’ın Ankara’dan aday olacağını tahmin ediyordu. Ansızın iş bu hale dönüştü. Baskın Oran’ın sorumluluğu hem yok, hem var. Bir yandan, “ben bir bireyim, hiçbir örgütle çalışmam, çalışmadım, dediğimi yaparım, yaptığımı konuşurum” diyor, ama öbür taraftan kendisinin nereden aday olacağı meselesini örgütlü bir grubun kendi dışında almış olduğu bir karara terkediyor. Sezar’ın hakkı Sezar’a, Baskın’ın hakkı Baskın’a. Fakat tabii Baskın’ın bütün bunları öngörebilmiş olması ihtimali, onun kampanyasını yürütenlerin öngörebilmiş olmasından daha düşüktü. Daha tecrübeli olanların bu emrivakiye yol açmamaları, açtıktan ve bunun sonuçları herkesi zora soktuktan sonra da sağa sola, “sizin işiniz bitti, artık sıra bizde” dememeleri lazım gelir. Bu kadar vahim ve gözle görülür bir hatayı işleyenlerin o kadar yüksek sesle konuşmaları gerekmiyor.
Burada DTP’nin tavrının, özeleştiri beyanının örnek alınması gerekmez mi?
Çok iyi, çok örnek bir tavır DTP’ninki. Sahayı temizlediler. Herkesin gördüğü şeyi söylediler ve üstüne de şunu eklediler: “Bunu yapmayacaktık. Ayıp ettik.” Çok güzel. İnsanı çok iyi hissettiren bir şey bu.
Şimdi aynı şeyi ÖDP’den ve Baskın Oran kampanyasını yürütenlerden beklemek de hakkımız değil mi?
Tamamen katılıyorum. Bu süreçte yeni bir gerilim odağı da doğdu. Başarısızlıklar, hesapsızlıklar, iç gerilimler, söz verip sözünde durmamaların yanı sıra başka bir şey oldu. Konuşulduğu gibi, ÖDP bir yandan genel başkanını seçimlere bağımsız aday olarak soktu ve nesnel bir ittifakın içine girdi ister istemez. Öte yandan, Uras’ın adaylığına karşı olduğunu bildiğimiz kişilerden Oğuzhan Müftüoğlu, Birgün’deki yazısında “ben, bağımsız bir Kürt adayın olduğu her yerde oyumu ona veririm” dedi. Oysa, yerel teşkilatlar bağımsız Kürt adayının olduğu yerlerde, Mersin’de, Antalya’da, Adana’da liste çıkardılar. Hakikaten seçilebilirlik limitinde oyları Kürt adaylara vermeyerek kaybetmelerine yol açmış oldular. Fakat bu, şunu görmemizi de önlememeli: Büyük olasılıkla “nasıl olsa seçilecekler” diye düşündüler. Bu durumda, her şehirde DTP’nin kaybettiği onbinlerce oyun nereye gittiğini de sormak gerekiyor. Mersin’de Orhan Miroğlu’nun seçilmesi ÖDP’nin oyuna kalmamalıydı. Çünkü DTP’nin kuvvetli bir tabanı vardı. O tabanın eridiğini görüyoruz. Bunu öngörebilmek, desteğe ihtiyaçları olduğuna ÖDP’yi ikna etmek için çaba göstermek DTP’nin görevi olmalıydı.
Oy meselesi bir tarafa, yan yana durmak çok önemliydi. DTP adaylarıyla Türkiye solunun birlikte çalışması geleceğe dair bir açılım olmaz mıydı?
Ama ÖDP politikasını böyle kurmadı. Üç başkanı önerdiğim yazıda yazmıştım, bunun başarıya ulaşabilmesinin en önemli şartlarından biri Kürtlerle aynı fotoğrafta görülmeyi kabul etmekti. Ama ÖDP Kürtlerle aynı fotoğrafta görülmeyi istemediği, politikasını böyle kurmadığı için Uras’ın adaylığıyla yereldeki davranışlar birbirleriyle ters düştü. Tabii bu sonuç kötü, çünkü Kürtlerle bir karşıtlaşma, bir gerilim doğdu. Fakat DTP’nin olgun davranışlarıyla bunun aşılabileceğini düşünüyorum. Tabii bir yürek soğumasına, sempati körleşmesine ve Türkiye soluna güvenilmeyeceği duygusuyla yaşanmaya devam edilmesine yol açtığını ve tabii ki Kürt hareketindeki milliyetçi unsurların eline koz verdiğini söyleyebiliriz, Bu da seçimdeki kayıplar arasında.
Erbaş’ın adaylığı da Türkiye solunda “Kürtlere güvenilmez” hissiyatı yarattı.
Maalesef öyle oldu. Baskın Oran’ın İstanbul 2. bölgeden aday gösterilmesi bir emrivaki şeklinde olmuş olsa da, bir kere buna onay verdikten sonra Erbaş’ın Oran’ın karşısına aday gösterilmesi hiçbir politik akılla açıklanabilecek bir şey değildi. İkisine yetecek oyun olmadığı o kadar açıktı ki, bunu “Bana yar olmayan başkasına da yar olmasın”dan başka bir şeyle açıklamak mümkün değil. Politikayla ilgisi yok. Ahlakla, kültürle de açıklanmıyor. Saçma sapan bir öfke hareketi. Baskın Oran kampanyasına katılmış insanların bir bölümüyle, hem de bayağı aklı başında olacağını varsaydığım bölümüyle seçimlerin sonuçlandığı akşam karşılaştım. Ve çok hayretler içinde kaldım. Bu saçmalığın nelere yol açtığına bir örnek olsun diye anlatıyorum. “Biz o Kürtlere zamanında o kadar destek vermiştik, şimdi onların bize destek zamanıydı, bize bunu yaptılar, bir daha onlara nah destek” filan. Kocaman kocaman insanlar böyle konuşuyor. Bu basitlik düzeyine gerilemiş olabilirler, bu onlar açısından kötü olabilir ama, zaten bu basitlik düzeyinden bakan ortalama bir Türk solcusu var ve onun gözünde ne duruma düşüldüğünü gösteren bir gösterge bu. Bahsettiğim insanları kınamak için söylemiyorum bunu, iki gün sonra akılları başlarına gelmiştir zaten. Ama gerideki büyük kitle açısından bu hiç iyi olmadı, Kürt karşıtlığını kaşımış oldu. DTP’nin özeleştirisi bunu düzeltmeye imkân veriyor. “Özeleştiri ne işe yarar” sorusuna çok açık bir cevap. Bu özeleştiri her şeyi onarmak için önemli bir imkân. Ama yani, dön dolaş yine fukara eşeğini kaybetti, yeniden buldu. (gülüyor). Başladığımız yere geri döndük. Bu kadar naivliği hak etmediğimizi düşünüyorum. Bunlar aşılmış olmalıydı. Bu basireti göstermeyi neyin engellediğini çözersek birçok şeyi de çözeriz. Nedeni hâlâ bilmiyorum. Çok alelâde şeyler geliyor dilimin ucuna: Kıskançlık, kendini beğenmişlik, hoyratlık gibi… Onları da söylemek istemiyorum. Bunlar etkileyebiliyorsa, bizim sürecimiz hâlâ epey zayıf demek ki.
DİSK’in CHP’yi desteklemesine ne diyorsunuz?
Ne diyeyim, utanç verici. Sonuçta bu çağrının sınıf açısından hiçbir anlamı yok, işçiler DİSK’in ne dediğine bakarak oy vermiyor. Bu seçimler aslında Lenin’in iktisadi bilinç-politik bilinç gerilimine ilişkin görüşünü bir kere daha doğruladı diye düşünüyorum. Onur Öymen diyor ya, “inanamıyorum, bu kadar eziliyor halk neoliberal politikalar altında, özelleştirme altında, fındık fiyatları altında, hâlâ kalkıyor AKP’ye oy veriyor.” Lenin de bunu demiyor muydu: İktisadî bilinç, otomatik olarak siyasî bilince dönüşmez. Fındık üreticileri, çok kızıyorlar Erdoğan’a iktisadî politikaları yüzünden. Ama bir partiye oy verecekleri zaman politik düzleme, bütün yurttaşların birbirleriyle ilişkiye girdikleri düzeleme geçiyorlar, orada makine başka çalışıyor. DİSK’in, Süleyman Çelebiler’in iktisadî bilinç düzeyinde işçilerle kurdukları bağ otomatik olarak politik bilinç doğurmuyormuş demek ki, Çelebi ya da bir başkası bağımsız aday sürecine dahil olsalar fena mı olurdu? Pekala bunun için uygun yerler bulunabilirdi. Şimdi sıradan bir seçmen durumuna düştüler ve üstelik yanlış partiye oy vermiş oldular.
Bir de AKP’ye oy veren solcular var.
Baskın Oran’ın, o aday olmasaydı AKP’ye verebilecek insanların oylarını almış olduğunu düşünüyorum. Baskın Oran da, daha aday olmadan mutlaka CHP ile AKP arasında seçim yapmak durumunda olsa AKP’yi seçeceğini varsayımsal olarak söylüyordu. Bu aslında CHP’ye oy veren akılla aynı biçimde çalışıyor. CHP’ye oy veren solcular şöyle diyor: “Baş tehlike neoliberalizm ve siyasî İslam, dolayısıyla bunun karşısındaki en büyük kuvvete oy vermek lazım, onun için oylarımız CHP’ye.” Aynı paranın iki yüzü gibi, AKP’ye oy veren solcular da şöyle bakıyor: “Büyük tehlike Amerikancılık, militarizm ve otarşi –kendi içine kapanmak. Baskın Oran, Ufuk Uras ve diğer sol adaylar fantezidir, DTP bu denklemin bir parçası değildir, o yüzden çok rasyonelim, ileriyi gören bir hesapla AKP’ye oy veriyorum. Böylece militarizm ve milliyetçiliğin yayılmasını önlüyorum.”
Amerikancılığı ne yapacağız peki?
Ama bu, gerçek analizler üzerinden gitmiyor zaten. Çok cebirsel bir hesap gibi görünse de gündelik dille düşünmenin sonucu aslında. Gündelik dille düşündüğün zaman, güneş dünyanın etrafında dönüyor, doğuyor, batıyor. Ama astronomik hesap dünya güneşin çevresinde dönüyora göre yapılıyor. AKP’ye oy veren solcu hem astronomik hesap yaptığını sanıyor ama bu sonuca gündelik dil içinden geçerek varıyor. Tabii bu da uzun zamandır politik eğitim süreçlerinin dışında kalmış olmanın sonucu. (gülüyor).
Baskın Oran’ın “ezber bozma” lafı çok tuttu, çok kullanıldı. Fakat bazı ezberleri de unutmamak gerekiyor, aksi takdirde yönümüzü, yolumuzu şaşırıyoruz. 22 Temmuz sürecinde, örneğin sömürüden söz edildiğini pek duymadık.
Evet, pek duymadık.
Baskın Oran, kampanya sırasında birkaç kez şöyle dedi: “1960’larda marksizm bize işçilerin sömürüldüğünü öğretti. Sonra Kürtlerin ezildiğini gördük. 1980’den sonra, yeni sosyal hareketler ortaya çıktı, kadınların, eşcinsellerin, etnik kimliklerin talepleri gündeme geldi.” Ve kampanya boyunca ezilen, horlanan, dışlanan kesimlerden, kimliklerden söz edildi, ama sömürünün bahsi geçmedi. Marksizmden öğrendiklerimiz geçerliliğini kaybetti mi?
Tabii ki kaybetmedi. Söz konusu analiz düzeyi, sınıfların bir şey ifade etmediğini, sınıflara dayalı siyasetin bir anlamı olmadığını, ezilenler kategorileri olarak işçi ile kadının ya da eşcinsel ile yoksulun bir ve aynı düzlemde olduğunu söylüyor. Birine cevap verince hepsine cevap vermiş oluyoruz. Bu tabii yanılgı. Amerikan demokratlarının kampanyaları da aşağı yukarı böyle. Bu Avrupaî bile değil, çok Amerikanvarî bir hikâye. Buradan fazla uzağa gidilemiyor. Bu tabii ki şu anlama gelmez: İnsan hakları meseleleri önemsiz olabilir mi? Çok önemli. Fakat, nasıl demokrasi meselesi çok büyük bir hızla liberal düzen içi seçenekler adına tüketilebiliyorsa, insan hakları meseleleri de şimdi bu yeni anayasa tartışmaları sırasında hızla tüketilebilir. Ve Zafer Üskül’ün, Baskın Oran’ın programını olduğu gibi alarak anayasaya koymasında şaşılacak hiçbir şey olmaz. Bugünkü düzenle hiçbir tarafı çelişmez onun. Ama sadece haklar düzeyinden gidecek olursak bile, ikinci, üçüncü kuşak haklar, sosyal haklar, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, herkesin onuruyla yaşayacağı bir işinin olması hakkı, parasız ve nitelikli eğitim hakkı gibi hakları gerçekleştirmeye kalktığın zaman büyük kıyametler kopar. Baskın Oran kampanyası bundan bütünüyle uzak durdu. Sınıf bakış açısından yaşam süreçlerini analiz etmediğin sürece, kapitalizmle nasıl karşı karşıya gelip politika üreteceksin ki? Mesela Aysel Tuğluk, bu açıdan Baskın Oran’dan çok daha net ve açık şeyler söylüyor. Bu seçim kampanyalarını bir de söylemsel düzeyde analiz ettiğimizde, geride ne kalıp kalmayacağını görebiliriz. Dönüp bakıyorum geriye, kulağımda ne kaldı diye. ÖDP’nin kuruluşundan beri bu mesele başımıza bela: Seçim kampanyalarını bir ürünün kampanyası gibi tasarlayan reklamcı aklı, sosyalistlerin propaganda mekaniğine hakim olmuş durumda. Mesela Ufuk Uras’ın kampanyasından benim aklımda kalan “Meclise Ufuk gerek”, bu kadar. Ürün kampanyası yapıyoruz ve Ufuk diye bir ürünümüz var. Öteki de “Sesimiz Baskın olsun.” Akılda kalan şey iki addan ibaret. Fakat bunlara sosyal hareket dinamiği olabilecek, onların sözü olabilecek hiçbir şey eşlik etmedi. Kısmen haklı olunduğu da söylenebilir. Çünkü ne istiyoruz? Bu insanların oy almalarını ve meclise gitmelerini istiyoruz. O yüzden böyle yapıyoruz. Peki, ama bu kampanyadan geriye ne kalacak? Hangi fikirler, akıllar? Pek fazla kalan bir şey yok. Sınıf karşıtlıklarına dayanan dil ve analize müracaat etmeden bir seçim stratejisi kuramayız ki! Express’e önerim, Mehmet Ali Aybar’ın seçim konuşmalarından bölümler yayınlamanız. O hep derdi bunu: “Sömürüye son!” TİP’in sözlüğünde en çok yer tutan kelime sömürüydü.
Sömürü, yüksek ücretli beyaz yakalıdan asgari ücretliye, toplumun büyük çoğunluğunun her gün yaşadığı şey. Ama artık doğa kanunu gibi kabul gördüğü, düşünüldüğü için mi sömürüden söz etmekten kaçınılıyor?
“Bütün bu olup bitenin gerisindeki büyük belirleyen ne?” Bu sorunun cevabını arıyor insanlar. Bu sorunun cevabı üretim ilişkilerinde. Dolayısıyla, günlük gerçekler içinden bunu gösterebilen bir yaklaşım pekala büyük sorunun cevabını herkese verir. O yüzden yılmadan bunu anlatmak lazım. Zaten kendini kuracağın başka yer yok. Sosyal mücadeleler alanında kendini kurmayacaksan nerede kuracaksın? Mesela, kentsel dönüşüm denen şey, esas olarak sermayenin bir kere daha kent yoksullarının üzerinden kendisini var etmesi. Emekle sermaye arasındaki dünya çapındaki karşıtlıkla kendi yerelinde karşı karşıya geliyorsun. Dilini buradan kurmayacaksın da nereden kuracaksın? İnsanlar zaten bu hakikatle iç içe, sömürüldüklerini biliyorlar. Fakat problem, demin konuştuğumuz iktisadî bilinç-siyasî bilinç ilişkisinde. Neresinden bakarsan bak, siyasal bilincin aktarılması için bir mekanizmaya ihtiyaç var ve bu bilinç aktarım mekanizmalarında yer alması gereken insanlar Marksizmin yol göstericiliğinden uzak bir yerde akıllarını kurmaya çalışıyorlar. Öbür taraftan, o sınıfın kendi içinden, onları ileri doğru sıçratacak unsurlar da pek çok çeşitli sebeplerden, ama hepsinden önemlisi entelektüel üretim araçlarından yoksun oldukları için çıkmıyor. Bu açığın bir köprüyle kapatılması lazım. İşte Marksiste burada ihtiyaç var. Kendi gibilerini üretmesi lazım. Ama bu çok iradî bir süreç. Bunun için de çok iyi örgütlenmiş partilere, bu partilerin kararlılıkla kendi doğrultularına sahip çıkmalarına, her gelen rüzgârda eğilip bükülmemelerine ihtiyaç var. Latin Amerika’da başarının kaynağında bu var. Latin Amerika’da, evet, büyük politik güçler haline gelmek için devrimci hareketler söylemlerinde kimi belirsizlikler yarattılar, ama mücadele taktiklerini, politik stratejilerini hazırlarken sınıf mücadelesi gerçeğinden bir an ayrılmadıkları için, her gelen rüzgârda ona kapılıp buna kapılıp, bugün post modern, yarın sol-liberal takılmadıkları için, ezilen sınıfların enerjisini seferber etme ve onların öz örgütleriyle hareketi aşağıdan her gün yeniden kurmayı ve iktidara taşımayı başardılar.
Ufuk Uras’ın “3 M”sine ne diyorsunuz?
“3 M” ne?
Muhammed, Mustafa Kemal, Marx...
Ne manada söylüyor bunu?
Toplumsal payda manasında. Dindarları, Atatürkçüleri ve sosyalistleri buluşturan ortak payda olarak “3 M"
Marx iyi de? Gene de Marx bizim için önemli, toplumsal bir anlamı yok henüz. Öbürleriyse egemenlik ve iktidar sembolleri, bizim neyimizi belirliyor?
İlk defa söylemiyor bunu, hoşuna giden bir formülasyon olduğu belli.
Bunları ÖDP’nin kurulduğu günlerde, “halka yaranmanın formülleri” olarak nispeten geri sosyal çevrelerden gelen insanlar söylerlerdi. Bunu pratik bir formül sayarlardı. Ama propaganda et diye değil, aklında tut diye söylüyorlardı. (gülüyor) Şimdi propaganda mı ediliyor? (gülüyor). Ama onun içinde Marx yoktu. Üç Mustafa diyorlardı. Muhammed Mustafa, Mustafa Kemal... Bir Mustafa daha vardı...
Börklüce Mustafa olmasın?
(gülüyor) Ufuk Uras’a, seçim bittikten sonra, partiden yeterli bir düşünsel destek alamayabileceğini, ama her gün de kendisinden politik bir söz beklendiğini, o yüzden bir danışmanlar kurulu oluşturmasını önermiştim. Danışsaydı, hiç değilse birisi ona derdi, “boşver şimdi 3 M’yi filan, başımıza yeni formüller çıkarma”.
Şimdi galiba ÖDP bir yol ayrımında. Bir tarafta Ufuk Uras “faktörü” var, diğer tarafta partinin ana gövdesi. Önümüzdeki günler nelere gebe sizce?
Eğer Ufuk Uras’ı oraya taşıyan hareket kendisini çoğaltamazsa, ikincisi Uras çoğalan ve toplumsal olarak yükselen bir hareketin üzerinden konuşamazsa, çok kısa süre sonra orada yapayalnız kalır, çürür. Ve “40 yıl sonra meclise sosyalizmin sözünü soktuk” lafımız da bize acı bir şaka olarak döner. O yüzden, pek çok sebeple bu iki hamlenin yapılması gerekiyor, yapılması zor olsa bile yapmamız gerekiyor. Yapılmazsa nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı gözümüzün önüne getirelim: ÖDP kaos içinde, kendisini düzenleyemiyor, Uras’ın çevresinden konsensüs çekiliyor, çünkü o durmadan yanlış yapıyor, ötekiler de demoralize oluyorlar ve yeni bir olanak yaratamıyorlar. Sonuçta, Uras’ın İstanbul’a ya da başka yerlere gidip gelmesi için ne bir sebep ne bir dolayım kalıyor. Kimle ne konuşacak, nasıl konuşacak, bunun bir mekanizmasının olması lazım. Benim hayalim, öngörüm şu: Uras’ı meclise taşıyan zeminden daha geniş bir zemin yok ortada. Nispeten dar bir zemindeyiz henüz. Burada sağlam bir sosyalist dayanağın oluşması lazım. Bir tabanın, bir kurumun, bir çerçevenin olması lazım. Öncelikle bu çerçeve yeniden tanzim edilirse, başka kesimlerle, hareketlerle politik olarak ne yapıp ne yapmayacağını konuşursun. Ne olduğu az çok belli olan bu girişimleri, bunlardan tarihî olarak ayrışmış başka girişimler bütünüyle aynı kaba sokmaya çalıştığında bu imkânsız bir proje olur, daha baştan yürümez, dağılır. Bu bir seçim meselesi mi? Şöyle olabilir mi: Uras ya da başka bir sözcü bu dinamiklerin üzerinden meclise girmiş olacak, onları terkedecek ve başka dinamiklerin sözcüsü haline gelecek. Bu bir ççürüme hali, Erkan Mumcu durumları. Uras’ın ne buna lâyık olduğunu, ne bunu hakedecek bir basiretsizliği göstereceğini düşünüyorum. Harbi konuşmamız gerekirse, şöyle görüyorum: Şu an Türkiye’de insanlar sosyalist denince Uras’a bakıyorlar. O zaman Uras, doğru konuşmaya ve doğru konuşturulmaya mecbur. Kendi haline terkedilemeyecek kadar mühim bizim açımızdan. O yüzden kızsak da, küssek de, bunun gereğini yapacağız. Onun mutlaka doğru konuşması lazım. Az şey mi, meclisteki işçiler özlük hakları için Uras’a başvuruyorlar. Bu çok önemli bir gösterge. İnsanlar “bizim adamımız bu” diye düşünüyorlar. CHP’ye gitmiyor, MHP’ye gitmiyor, “işçilerin adamı” geldi diye Uras’a gidiyor. Bu çok mühim. O zaman onu bütün işçilerin adamı haline getirecek olan politikalarla teçhiz etmek, hem kendisinin işi, hem bizim işimiz. Bizim illa politik olarak aynı şeyi düşünmemiz gerekmiyor, meclisteki sosyalist o şimdi. Dolayısıyla, doğru cümleler kurmalı, ondan sosyalist olmayan cümleler duymamalıyız.
Sosyalist solda yeni bir oluşumun gerektiğini söylüyorsunuz. Belirleyici rol de ÖDP’ye düşüyor. ÖDP bu basireti gösterebilir mi?
ÖDP’nin bir tarihsel olgunluk göstermesini ümit ediyorum. Bunu kolaylaştırmak için de ne lazımsa yapalım. ÖDP’den 2002’de ayrılanlar, en azından Maçka İnisiyatifi ve SEH (Sosyalist Emek Hareketi) için bunu söyleyebilirim, bizim meselemiz ÖDP’nin politikalarının doğruluğu, yanlışlığı değildi, politik yanlışlıklar parti içinde düzeltilebilir, düzeltilemez, buna bağlı ayrılıklar olabilir, olmayabilir, ama biz buradan hareket etmedik. Bizim için en önemli mesele, ÖDP’nin çoğulculuk perspektifinin büyük bir yara almış olmasıydı. Tüzüğün dördüncü maddesi değiştirildi, parti içinde hangi görüşlerin propagandasının meşru sayılabileceğine partinin çoğunluğunun karar verebileceği hükmü getirildi. Bu, kuruluştaki temel tezi berhava eden, ÖDP’yi monolitik partilere döndüren bir şey. Biz temelde onun için çekildik. Çünkü bu, bir politik ayrılık yaşanmasına izin bile vermiyordu, politik olan her şeyi kriminalize ediyordu. Öte yandan, ÖDP’yi izlemeye devam ettik. Uras’ın adaylığı sürecinde ÖDP’nin ta kuruluşunda üzerinde yükselmeyi kastettiği dinamiğin yeniden harekete geçtiğini gördüğümüzü söyleyebilirim. Başarı bu dinamikle sağlanıyorsa ve eğer Uras ve etrafındakiler bu dinamiğin partiyi politik olarak başarıya götüren asıl dinamik olduğunu ve mevcut ÖDP’den daha büyük yeni bir projeyle partinin kendini yeniden var edebileceğini aktarabilirlerse, o zaman yeni bir plan yapmaya gerek yok, bunun üzerinden gidilebilir. Çünkü bu, mekanizmaları, çerçeveleri, özneleri, düzenleyici kuvvetleri olan bir sürece dönüşebilir. Bu olmazsa, o zaman şu anlama geliyor. Uras’ın başarısı –başarı seçimi kazanmak kadar, bunu böyle bir bileşimle kazanmak ise– pek çok yeni ayrım noktası yarattı. Benzer nedenlerle SDP’de derin bir tartışma olduğunu biliyoruz. EMEP tartışıyor, DTP tartışıyor, ÖDP’de tartışma devam ediyor. Eminim ki, İşçi Kardeşliği Partisi’nde de, ESP’de de tartışma olacak. Bunlara baktığımızda, solun tamamını kuşatan bir yeni tartışma düzlemine geçiyoruz. Bu tartışma düzlemi tanzim edilemezse, buradaki biririne bakacak unsurlar, birbirleriyle sinerji yaratabilecek bir ortama, iklime kavuşamazlarsa, kompartmanlarda yapılan tartışmalardan yeni bir imkân çıkmayacak. Dolayısıyla, yeni bir aygıta ihtiyaç var. Bizim teklif edebileceğimiz, bir zamandır çalışmasını düşük bir profilde tutmaya uğraştığımız sosyalist forum girişimini bu amaçla dönüştürmek. Forum, şuna imkân veriyor. Bir kere sınırı çiziyor sosyalist diyerek. Yani, sosyaldemokratlar yok burada. Dolayısıyla, Uras’ın söylediği “gökkuşağı” hikâyesini konuşmayacağız demektir. Herkesin onu önermeye hakkı var elbette, ama burada değil. İkincisi, bu bir forum, formel bir yapı değil, insanların pekala örgütlerinden farklı düşündükleri şeyleri de konuşabilecekleri, bireysel olarak katılabilecekleri bir tartışma zemini. Bu tartışma zemininden yeni iradelerin ne olabileceğine dair bazı ipuçları çıkabilir, bunu harekete geçirmek istiyoruz. Bütün bunlar mümkün mü, kolay mı? Ben mümkün olduğunu düşünüyorum, ama kolay olmadığını biliyorum. Çünkü şu olmadı: Çok fazla yeni girdi yok süreçte. Aşağı yukarı birbirini bilen insanlar tartışacaklar. Fakat çok sayıda etki var. Gerek Baskın Oran, gerekse Ufuk Uras kampanyasında solun konvansiyonel profilinin ötesinde bir dizi genç insan ve grup çıktı ortaya. Onlar böyle bir süreçte yer almaya, rol oynamaya istekliler. Kadın dinamiği de bu süreçte biraz yeniden alevlendi. Onların katkıları, Kürtler arasından DTP politikalarından tatmin olmayacak kadar emekçi ve sol bir yöneliş içinde olanlar, bütün bu unsurlar bu süreci etkileyebilir. Fakat bu, şunu varsayıyor: Yüzleşmekte olduğumuz yeni durumun eldeki örgütsel yapılarla süremeyeceğine dair bir önkanaat gerektiyor. Bu önkanaat olmazsa, insanlar oraya gözlemci olarak katılıp geri dönerler. Oysa biz bileşik bir emek hareketi yaratmak bakımından böyle bir momentum kazandığımızı düşünüyoruz. (EK)