Fotoğraf: Ayça Söylemez / bianet
Onu tanıdığımda dünyasına ya da rüyasına henüz taş düşmemişti. Haber peşinde koşan bir ekibin başıydı. 1980’li yıllardı ve Raif, Anadolu Ajansının Diyarbakır Bölge Müdürüydü.
Diyarbakır Suriçinin sur duvarlarında 1950’li yılların sonunda açılan iki kapısı; tek kapı ile çift kapı arasındaki büyük postane binasının hemen yanıbaşında yer alan bir binanın caddeye ve kadim surlara bakan, kısmen izbe diyeceğim 1950’li yıllarda inşa edilmiş eski kimlikli halinden hayli uzağa düşmüş yapının üçüncü katında iyi bildiği gazeteciliği yapmaya çabalıyordu. Dönem, hayli zor yıllara dair ve 12 Eylül askeri dikta rejimin hüküm ferman eylediği zamanlardı.
Gazetecilik, hele hele doğru düzgün gazetecilik pek de kolay iş değildi! Üstüne üstlük Anadolu Ajansı’nda! İşte Raif Türk oranın başındaydı. Bildiğim o yıllar, olanaklar çok kısıtlıydı ve bütün bunlara rağmen Raif çabalıyordu. Öyle ki gazetecilere haber yapmaları için verilen siyasi davaların iddianameleri bile yasaklanabiliyordu!
Tabii ki Raif Türk gibi her şeye rağmen işini yapan başka iyi gazeteciler de vardı şehirde. Şimdi tek tek isimlerini saymayayım, olur da birini unutursam ayıp etmiş olurum. Vardılar, mesleklerini gayet iyi yapıyordular ve örgütlüydüler.
Raiflerin ajans bürosunun hemen karşısındaki sur duvarlarının diğer tarafındaki surun dış çeperi Ali Emiri ortaokulunun tam karşısında sur duvarının yanı başına konumlandırmışlardı gazeteciler adına; GGC - Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti dedikleri örgütlerini.
Çevre il ve ilçelerin tümünde örgütlüydüler. Ve kısa adı “Cemiyet” olan GGC bahçesinde Dağkapı’daki meydan yeniden düzenlenirken ünü kaim olan Emirgan Parkından taş taş sökülüp getirilerek düzenlenmiş bazalt taş havuzun etrafındaki masalar hemen her günün akşamı çok muhabbetlere evsahipliği yapıyordu. Cemiyette sıkça da basın açıklamaları ve toplantılar düzenleniyordu…
Gazeteci olmamama ve henüz yazar / yazı dünyasında yer almıyor olmama rağmen; Mülkiyeli bir kaymakam müstafisi ve çokça okur, bir de valilikte stajyer kaymakamken her gün basın bültenleriyle ilgili olmam nedeniyle gazeteci camiasının hemen tümüyle tanışıyor / görüşüyordum. O ilişkilenme o gün bugündür süredurur.
Raif’le dostluğum işte ta o günlere uzanır. Kesintisiz neredeyse kırk yıla uzanan bir dostluk sayabilirsiniz.
Benim, onun ardından geriye dönüp bakarak ifade edeceğim Raif; çok sakin, hep tane tane kelimeleri özenle seçerek cümle dizip konuşan bir adamdı. İnsana değer veren düzeyli bir adamdan söz ediyorum.
Sonra Bursa’ya isteği dışı tayin, ve bunu kabullenmeyerek çalıştığı işinden ayrılması söz konusu oldu. Ve hiç unutmam yolu Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası ile kesişti.
Oda’da Başkan Felat Cemiloğlu ağabeyle birlikte oda yönetiminde Rıfat Dağ ve Zekayi Bakar ağabeyler de vardı. Sanırım onların da Raif’i tanıyor olmaları ve istemeleriyle TSO’ya basın danışmanı oldu. Raif’in isteği ve Rıfat abinin de lojistik desteğiyle “GAP’ta Diyarbakır” adlı bir dergi çıkarmaya başladılar. Dergi, odanındı tabii ki, ama bütün yükü Raif omuzlamıştı.
Bir gün beni aradılar Rıfat abi ile Raif, bir yazı yazmamı istediler GAP’ta Diyarbakır’a! Konuyu da belirlemişler: Kentin tarihi ve kültürel değerleri ile bunlara sahip çıkıp çıkamamak üzerine.
‘Yazamam, bugüne kadar (1991) hiç yazı yazmadım’ filan desem de! Rıfat Dağ “yazarsın, yazarsın. Hele bi eline kalemi al. Sende o birikim var” deyince! Artık kaçamadım.
Tam bir hafta uğraştım, birçok kişiyle görüştüm. Sonunda hepi topu bir sayfalık bir yazı yazdım. Dergide yayınlandı. İşte, GAP’ta Diyarbakır’da çıkan o yazı, benim yazarlık hayatımın ilk yazısıydı. Raif Türk dostumun çıkardığı Dtso dergisinde yayınlanmıştı.
Sonrası, yani ez cümle Raif’e dair sonrası; belki de bütün hayatını taşa yazma mücadelesinin ispatı vücut hâli oldu dersem sanırım yanlış olmaz.
Hani dizelerde diyor ya;
Taşlardır beka
Taşlardır ebediyet
Taştan başka geriye ne bırakır medeniyet.
Raif’in sonraki otuz yıllık ömrü taşın peşine düşüp, sonra da taşla birlik olup adeta direnerek dünyaya tanıtmak ve şehrin ekonomisine kazandırmak ve dahi sonra da bir marka yaratmak üzerine kurulu olarak sürdü.
İşte sanırım bütün hikâyesinin özeti tam da buydu. Ötesini ne siz sorun ne ben söyleyim. Belki de şarkının sözlerindeki nağmelerde kalması en doğrusu;
Taşa verdim yanımı
Toprak emdi kanımı
Azrail’e borçluydum
Canan aldı canımı…
Bu yazı 2023 Kurban Bayramı arefesinde GGC’nin (Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti) geleneksel bayram gazetesi için hazırlanıp yayınlandı. bianet için bir iki küçük ekle yeniden yayınlanıyor…
(ŞD/AS)