Bu ay şiir söyleşisi yaparız diyordum. Başbakan ülkenin gündemini öyle bir bağladı ki yalnız biz değil istese bile kendini de kurtaramayacak bu ağır gündemden!
Şiirdi, mimarlıktı, kent sorunuydu, yontuculuktu derken sinemaya, tarihsel dizilere taktı kafayı Recep Tayip Bey! Özellikle de aylardır reyting rekorları kıran Kanuni dönemi dizisi "MUHTEŞEM YÜZYIL"a.
Sorunun iki yanı var demek; "tarih yanı", "sinema yanı". İki yanı da ilgilendirir beni. Yazar, özellikle roman yazarı olarak tarihi doğru öğrenmeden bugünkü sınıfsal yapımızı kavrayamazsınız. Molla müezzin eğitiminden öte geçememiş kişi politikaya da soyunmuşsa "körebe" oynamaya yazgılı demektir. Çıplaklığıyla da gülünç eder kendini.
Recep Tayyip Bey'in kafasını taktığı at üstündeki şanlı Sultanın tek günahı harem yaşamı olsaydı keşke! Gözdesi Hürrem Sultan'la baş hırsız damadı Rüstem Paşa'ya kanıp çadırının dibinde yedi dilsiz cellada Şehzade Mustafa'yı "Söyletmen! Tiz boğun!" diye öldürtmesi olsaydı! Nice Divan şairi Şehzade Mustafa sevgisiyle, bu rezil tuzağı lanetleyen acılı şiirler yazmış.
Kanuni Dönemi, Osmanlının hem at üstünde Avrupa'ya saldırılarında yolun sonu olan tarihsel zirvedir; hem de ekonomik yapısal çöküşün başlaması dönemidir. Osmanlı'nın yüzyıllar boyu süre gelmiş saldırılarına gerçek bir direniş başlamıştır Avrupa ülkelerinde. Bizans'ın yıkılmış kalıtına oturan Osmanlı Sarayı'nda ise tam bir ekonomik çöküşün tüm belirtileri vardır. Rüşvet, yağma, kayırma, vurgun... Toprakta Osmanlı ekonomisinin temel direği "DİRLİK DÜZENİ" yerini "KESİM DÜZENİ" ne bırakmış. Tefeci sermayenin de işe girdiği dirlik toprakları alınır, satılır, kiralanır olmuştur. Orduya, seferde, savaşta hizmetleri karşılığı güvenilir kişilere devletin beraatıyla teslim edilmiş dirlik toprakları yağmanın, rüşvetin, soygunun, vurgunun kol gezdiği bir alandır artık. Osmanlı'da gerçek çöküşün başlama tarihi bu KANUNİ dönemidir.
Celali isyanları, "çiftbozanın (zulümden, yağmadan kaçan, beraatlı topraklardaki çiftçiler)" öldürülmeleri, köleler gibi zorla soyuldukları bölgelerine döndürülmeleri, Kuyucu Murat Paşa tipi kumandanların hesapsız kırım kıyımları, imparatorluğun yüzyıllar boyu yıkım sancılarında kıvranması, Muhteşem Yüzyılın simgesi Kanuni Süleyman'la başlamıştır. Şehzade Mustafa'nın öldürülüşü rezil cinayeti bile bu tarihsel yıkım karşısında nedir ki! Kanuni'nin yerini bıraktığı Sarı Selim tam bu soygunlu yıkıma uygun bir padişahtır. Bakın Yahya Kemal ne diyor Sarı Selim için;
"Kıbrıs Şarabı aktı zamanında su-be-su.
Ismarlatıp vezirine tanzimi alemi
Bir saltanat-ı Seray-ı huzuz etti arzu.
Kurban-ı tac ü tahtı biraderleriyle ah
Mes'ut olurdu gelmese rüyada ru be ru"
Şöyle bir değindiğimiz Kanuni dönemi ciddi çalışma gerektirir. O iş gerçek tarihçilerin işi. Okuyucuya Dr. Hikmet KIVILCIMLI'nın "OSMANLI TARİHİNİN MADDESİ" büyük yapıtını okumalarını salık veririm.
Medyadan öğrendiğimize göre Başbakana, Muhteşem Yüzyıl (Kanuni) filmi konusunda uyarıp akıl veren, Mısır'ın Müslüman Firavunu Mursi imiş. Ne diyelim, "Tanrı tüm molla müezzin eğitimli kullarına akıl fikir ihsan etsin! Amin!"
Şimdi biraz sinemadan açalım:
Elli yılı aşkın bir süredir Yeşilçam'da Türk Sineması emekçisiyim. Kimisi ödüller kazanmış kırkın üstünde imzalı, imzasız senaryolar yazdım. Yönetmek zorunda kaldığım önemsiz birkaç filmim var. Sinemamızın emekçi örgütlenmelerine gücüm yettiğince katkım oldu. Türk Sinemasının ne yoksul koşullarda, nasıl kahramanca özverilerle geliştirildiğinin bugün doksan beşine varmış tanığıyım. Yasa dışı TKP "Türkiye Komünist Partisi'nde gizli çalışma suçlamasıyla yargılanmış, yedi yılı cezaevinde geçirdikten sonra salıverilmiştim. Vedat Türkali takma adını gerçek kimliğimi kısa bir süre için olsun gizleyebilmek için kullandım. 27 Mayıs patlayıp da 62 Anayasası yetişmeseydi duramazdım Yeşilçam'da. Vedat TÜRKALİ yazarlık adı da öyle kaldı üstümde.
Yıllar var ki, işitme sorunum var; alt yazısız film seyredemiyorum. Televizyonda sık sık yer alan, (kimi tarihe değinmiş serüven, kimi halkça çok tutulmuş komediler) eski Yeşilçam filmlerine sık sık takıldığım oluyor.
Çoğu özellikle Cüneyt ARKIN, Malkoçoğlu dizileri, benzeri Battal Gazi, Köroğlu, Kara Murat vb. Tarihsel uydurukluğundan öte, Hollywood teknolojisini anımsatan akıl almaz ustalıkta kişisel atraksiyonlarıyla Türkiye seyirci yığınlarını Türk sinemasına çekerek ulusal bir iç pazar yaratmış filmlerdi bunlar. Filme konu edilen uyduruk tarihsel olaylar değil ama surlardan yaşamını tehdit eden taklalarla havada ok atarak bir vuruşta en az beş düşmanı haklayan Cüneyt ARKIN (Eskişehirli Doktor Fahrettin CÜREKLİBATUR), yanında yardımcılarıyla sırtında taşıyor denebilirdi Türk Sinemasını.
Sözü uzatmak istemiyorum, gene bu alanda emek veren başkaları da var. Kartal TİBET, Serdar GÖKHAN... Yönetmen olarak Süreyya DURU, Natuk BAYTAN, Remzi CÖNTÜRK.
Oynamakla tükenmeyen bir sürü komedisiyle Kemal SUNAL yaşamış ki Yeşilçam'da, tüm yüzünü kaplayan "safalak" görünümde bir gülüşü, yerinde en dramatik plastik materyale dönüştüren oyuncu gücü gösterebiliyor. Hollywood'un "KEYSTONE KOMEDİLERİ"ni andıran bir çizgiye öncülük etmiş. Konumuz salt Türk Sineması olsa sayılacak şey çok.
Lütfü AKAD, Atıf YILMAZ, Memduh ÜN, Metin ERKSAN, Halit REFİĞ, Ertem GÖREÇ, Süreyya DURU diye yönetmenlerden girip Muhterem NUR, Belgin DORUK, Sezer SEZİN, Leyla SAYAR, Neriman KÖKSAL sonunda Fatma GİRİK, Türkan ŞORAY, Hülya KOÇYİĞİI, Filiz AKIN; Hale SOYGAZİ; JÖN'lerden Muzaffer TEMA, Ayhan IŞIK, Göksel ARSOY, Fikret HAKAN, Aytaç ARMAN, Hakan BALAMiR Tarık AKAN, Kadir İNANIR, Tuluat tiyatrolarından sinemaya kazanılmış harika halk oyuncusu rahmetli Ali ŞEN'in oğlu Şener ŞEN ve... sinemamızda önemli atılım dediğimiz Yılmaz GÜNEY. Daha sonraki yıllarda gezip görme olanağına kavuştuğum, bırakın kimi Hollywood, ya da Sovyet Rusya'daki, Leningrad, Moskova, Kiev (Dovşenko) stüdyolarını (Odesa'da deniz sahneleri çekimi için havuzları vardı), Bulgar (Vitoşa), Romen, Macar, Gürcü film stüdyolarının çalışma koşulları karşısında ne kadar ilkel durumda olduğumuzu görünce içim sızlamıştı. Bulgaristan'da film yönetmenlerinin o günün teknolojisiyle (35 milimetre) negatif kullanma hakları bire beşti. On beş bin metreyi buluyordu. Türkiye'de yedi bin metre negatif kullanan yönetmen kolay iş bulamıyordu. Yılmaz Güney yeni seyirci yığınları kazanarak bu ölçüyü on iki bin metreye çıkaran efsanevi ayrıcalıklı kişi oldu.
Sağlık için önlem de pek bilinmiyordu. Türkan Şoray atlı bir sahne çekiminde attan düşmüş acılı, çok uzun tedavilerden sonra nice güçlüklerle kurtulabilmişti. Yaylı araçlarla fırlayıp parendeler atarak kavgalar yürüten Cüneyt Arkın bereket ki doktordu. Yoksa onun da Türk Sinemasının da başına neler gelirdi kim bilir!
Şöyle bir değiniyorum sadece; Türk sinemasına emek vermiş, yaşamsal özverilerde bulunmuş nice adlar var daha. Tümüne selam, saygı!
Dönelim Muhteşem Süleyman'ın yığınsal dış alan çekimlerine. Başta, dediğim gibi kulaklarımdan ötürü film seyredemiyorum. Ama eski sinema tutkulusu olarak yığınsal çatışmaların parlak başarılı görüntüleri sevindiriyor beni. Türk sineması dış pazarlara açılıyor. Teknolojik gelişme için önemli adımdır... diyordum ki birden "Şanlı tarihimiz gidiyor!..." diye kükredi şanlı başbakanımız. Sansür için yasa düzenliyorlarmış şimdi.
Hep aynı ilkel kafalar. Endüstriyel sinema sanatı bu tür molla-müezzin kafasıyla yaşamaz. Bir Amerikan Cumhurbaşkanı bu tür gerekçeyle film yasaklamaya kalksa dünyasını dar ederler. Yalnız endüstriyel gelişme de yetmez sinemaya. İtalya'da da en modern teknik araçlarla SİNESİTTA'yı kuran Mussolini'dir. Fakat o dönemindeki çekilenler "Beyaz telefonlu filmler" diye alay konusu olmuştur. Devrimci solun dilinden düşmeyen "AVANTİ POPPOLA" marşındaki gibi Mussolini öldürülüp ayağından asılınca, eski SİNESİTTA'da yetişmiş tüm sinemacılar İtalyan Sinemasını demokratik dönemde dünya sinemasının öncüsü yaptılar. Antonioni, Roberto Rosselini, Pietro Cermi, Fellini, Visconti, Vittoria de SİCA; sonunda Hollywood'un Western egemenliğini de Sergio LEONE'nin "Spagetti Westernleri" ile aldılar elinden.
Söylemeye gerek var mı? Muhteşem Yüzyıl'dan ne oyuncu, ne yapımcı kimseyi tanımam. Ama Sinemamız adına direnmelerini dilerim. Sinemamızın kazanımıdır. Elimizden geldiğince bizim de desteklememiz gerekir derim. Bu kafalara kalırsa çok daha kötülere gider bu iş.
Başbakan Tayip Bey'e medyada yer alan mektuplar yazdım. İlk mektubum incelikli bir çağrısına yanıttı. Orada Kürt sorununun ülkemiz için tarihsel önemdeki ağırlığını belirtiyor kendisinden çözüm beklediğimizi söylüyordum. Daha önce umutlar veren, Habur girişi bir densizliğe kurban edilmişti. Oysa Başbakan çok daha akıllı tutumla Türkiye'nin bu kanlı sorununu çözebilirdi. Mektubun sonunda benim komünist olduğumu açıkladım. Kendisinin de komünizmle mücadele cemiyetinde çalışmış biri olduğunu bildiğimi, hiç önem vermeyeceğimi kendisinden çözüm beklediğimi söyledim.
Aradan yıllar geçti çözümsüzlük anlamsız biçimde sürdürülmeye başladı. Bu yeni koşullarda olayın üzerinde daha derinliğine durup düşünmek gerektiğini anladım. Komünizmle mücadele cemiyetinde çalışmanın ayrı bir anlamı var demekti. CIA finansmanıyla Amerikalılarca yürütülen "soğuk savaş" döneminde komünizmle mücadele ortamı hangi kökenden gelirse gelsin kullandığı elemanlarını demek ki çok derinliliğine etkiliyordu. Söz gelimi MHP'deki pro-faşist Türkçülerle AKP'deki Müslüman militan yalnız kan kardeşi değil aynı kaynaktan yıllar yılı beslenmiş, düşünsel, ruhsal yapıları yeniden yoğruldukları o besinlerle biçimlenmiş süt kardeşleriydiler. Bu gün ikide bir ortaya çıkan AKP, MHP temelinde bu ortak beslenme yatıyordu demek ki. Ülkemiz gibi tefeci, tüccar, toprak ağası, bankalara dayalı ithalat-ihracat tekellerine oturmuş finans azmanlarının elindeki bir ülkenin yazgısını emperyalist Amerika'nın çizgisinden ayırması kolay olabilecek bir şey değildi. Bugün ülkeye Amerikan vizesiyle özel silahlar giriyor. Koca bir Ortadoğu bölgesinde Türkiye Amerikan manipülasyonlarıyla yolunu çizmek zorunda bırakılıyor. Amerika'dan ithalat dört'e katlanmış Türkiye'den Amerika'ya ihracat beş yılda 40.6 milyar dolar açık vermiştir. Bağımsızlık savındaki bir devlet için apaçık ekonomik uyduluk yoludur bu. Bu gerçek bilinmesin diye bir sürü oyunlar oynanıyor. Ben işin başka bir yanında duracağım.
Başta Sayın Başbakan Erdoğan olmak üzere herkesin dikkatine sunuyorum. Bugüne kadar elimden geldiğince empati duygusuyla kelimat-ı Tayyibe arandım. Bugün Başbakan'ın ruhsal sağlığının tehdit altında olduğuna inanıyorum. Onu da söylemek hem vatan, hem de vicdan borcumdur.
Şimdi gene tarihe döneceğiz:
Birinci Cihan Savaşı'nda batan Osmanlı imparatorluğu, bugün tarihçe saptanmıştır ki Osmanlı devleti savaşa sokulmasaydı bu tarihsel yıkıma düşmeyebilirdi. Bu felaketi getiren İttihat Terakki yoluyla devleti ellerine geçirmiş Enver paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, ve başbakan Sait Halim Paşadır. Alman emperyalizminin Berlin-Bizans-Bağdat (3B) çizgisindeki planlarına uyar biçimde Almanya ile ittifak yoluna devleti bu ittihatçı grup zorlamıştır. Almanların zırhlı savaş gemileri Fransız devleti elindeki Cezayir'i bombalamışlar ve Çanakkale Boğazı'ndan içeri girerek Osmanlı devletine sığınmışlardı. İngiliz Fransız donanmaları bu iki gemiyi izleyerek Çanakkale boğazına gelince iki Alman gemisi (Göben-Brestlav)'a Türk bandırası çekilmiştir. Alman Gemilerine de Yavuz-Midilli adları verilmiştir. Alman amirali Souchon, bizim Yavuz bandıralı zırhlımızla Odesa'yı bombalayınca devlet bir olup bittiyle birinci Cihan savaşına girmiş oldu. Bu işin arkasında Enver paşa olduğu bilinir. İngiliz Fransız zırhlıları Çanakkale Boğazı'nı geçip İstanbul'a gelerek kolay bir zafer peşine düştüler. Londra'da toplanan savaş meclisinde İngiliz amirallerinden Sir Jackson Çanakkale Boğazını geçmeye çalışmanın delilik olacağını söylerken, Bahriye Nazırı Winston Churchill bu harekatının mutlaka yapılması gerektiğini savunuyordu. İtilaf devletlerinin savaş gemileri Çanakkale Boğazına hücuma başladılar. Nusret mayın gemisi (gemi kumandanı; Yüzbaşı Hakkı Bey, Mayın Kumandanı da Kasımpaşalı Binbaşı Nazmi Bey'di) Çanakkale Boğazını puslu bir gecede mayınla döşemişti. İlerlemeye çalışan itilaf devletleri hem çatışmalarda, hem büyük yüreklilikle döşenmiş bu mayınların etkisiyle büyük kayıplar vermeye başladı. İngiliz İnflexible, Ocean zırhlıları, Fransız Bouvet zırhlısı vb. mayına çarparak boğazın sularına gömüldüler.
İtilaf devletlerinin 3 savaş gemisi batmış, 3 tanesi savaş dışı kalmış, 700 askeri ölmüştü. Çanakkale Boğazını denizden geçemeyeceklerini anlayan itilaf devletleri, İstanbul'a yürümek için karadan asker çıkarmaya karar verdiler. Bu saldırı için birleşik kuvvetler komutanlığına getirilen General Hamilton'un emrine 75 bin kişilik bir ordu verildi.
Akif'den, "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela!" sözleri geliyor akla. İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve diğer sömürge ülkelerinin askerlerinden oluşan bu orduya, Australian and New Zealand Army Corps kelimelerinin baş harflerinden oluşan ANZAK (ANZAC) kuvvetleri adı verildi. Osmanlı 5. Ordu Komutanlığına Alman general Limon Von Sanders getirildi. Sanders, Almanları diğer cephelerde rahatlatacağını bildiği için burada bir cephe açılması konusunda ısrarcı olmuştu. Enver paşa'da ona sonuna kadar destek verdi. ANZAK kuvvetlerinin karadan çıkarmaları da başarısız oldu. Çanakkale'de de daha sonra Sarıkamış'ta olacağı gibi Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın savaş taktiği yüzlerce, binlerce kişinin ölmesine neden oldu. Çanakkale'de Enver paşa yerine Mustafa kemal getirildi.
Ancak "İttihat-Terakki iktidarında Osmanlı İmparatorluğu öylesine Enver'e bağlıydı ki artık diplomatlar arasında Osmanlı yerine Enverland (Enver'in ülkesi) sözü dolaşıyordu. Batı diplomasisi basit kişiliğine karşın tüm dağları ben yarattım havasındaki yöneticilerin egosunu şişirmeyi çok iyi bilir. Enverland olduğu gibi bugün de nerdeyse "Tayyipland" deyimini piyasaya sürecekler! Enverland biliyorsunuz "Senverland" oldu! Koca ülkeyi yağma Hasanın böreği yaptılar. Kuvvetler ayrılığını yıkıp "başkanlık sistemi"ni getirmeye kalkışanlar ülkeyi nasıl bir yıkıma götürdüklerinin farkındalar mı! Aklıma gene Mehmet Akif geldi: Hani Başbakanımız da Akif'i çok severmiş ya!
"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi."
Eğer ibret alacaksak işte bir fırsat dileyelim de Tayyipland, Kayıpland olmasın.
Peki, Çanakkale'de ağır yenilgiye uğradıktan sonra Churchill'in akıbeti ne oldu, ona bakalım. Sonraki yıllarda Churchill, Denmark Hill Bölgesinde Maudsley Hospital'ın psikiyatri kliniğine yatırıldı. Doktoru I. Baron Moran'dı. Churchill hastalığına ad vermişti; Black Dog (Kara Köpek). Bunu nereden mi biliyorum? Londra'da yaşadığım yıllar torunlarımı görmek için gittiğim yolun üzerindeydi bu hastane. Bir aile dostumuz da o yıllar bu hastanede uzmanlık çalışması yapıyordu.
O zaman iki savaş gemisiyle başlamıştı yıkım, bugünlerde ülkemize iki Patriot füzesi yerleştiriliyor. Kürecik'te, İncirlik'te üslerin işgalindeyiz. İran, yeni bir dünya savaşı çıkacak diye uyarıyor. Amerika'nın dünya savaşına ihtiyacı olduğunu başta Amerikalılar, herkes söylüyor.
Bugün bir dünya savaşının başlaması için en uygun ortam Ortadoğu ve en kolay kullanılabilecek ülke de yazık ki "Tayyipland. Osmanlının başını yiyen 1. Cihan Savaşı, Enver'in eline geçmiş iki korsan gemiyle gerçekleştirildi. Bugünkü dünya savaşı da Tayyip'in egemen olduğu bir ülkede, bizim ülkemizde iki Patriot füzesinin yerleşmesi durumunda gerçekleştirilebilir.
Herhalde medyada okumuşsunuzdur. Bu iki Patriot füzesini kullanacak 500 kişilik teknik kadro, gönderenler de söylüyorlar, tam bu işin uzmanı bile sayılmazlarmış. Yani anlayacağınız bu Patriot füzelerinden herhangi biri yanlış zamanda, yanlış yerde ve yanlış biçimde kullanılabilirmiş. Saddam'a Amerikan saldırısı, Irak'ta atom silahları olduğu uydurma Amerikan raporuna dayandırılmıştı. On binlerce insan öldürüldü. Düşük dozda atomlu silahlar kullanıldı. Bugün Irak'ta çok sayıda çarpık bebekler doğuyor. Gerisini siz tamamlayın lütfen! Uyarı olarak şunu ekleyeceğim yalnız: Ortadoğu'da saldırgan kuduz köpek İsrail'dir. Onun tasması da, herkesin bildiği gibi, dünya savaşını her yönüyle kışkırtmaya can atan Amerika'nın elindedir. Alman emperyalizminin Bismarck'ın gösterdiği çizgide Birinci Dünya Savaşını Osmanlı Devletinin ortaklığında gerçekleştirirken bir "Enverland" hurafesi tezgahlamaları gibi savaş özlemiyle yanıp tutuşan Amerika da kuduz yardımcısı İsrail'le birlikte çok ince oyunlarla bir "TAYYiPLAND" yaratmanın peşinde bugün. BAŞKANLIK sistemi de en sağlam yol sayılır onlara.
Son olarak Enver Paşa'ya bir küçük değinme daha yapacağım. Onu Beşiktaş'taki evinde ziyarete giden Ali Fuat Erden, Enver'in karşısındaki duvarda Napolyon resimleri olduğunu söylüyor. İlerde ülkeyi elinde tutacak adamın egosunda bunlar saklı. Kendini devletin başına kurtarıcı olarak bir tanrısal görevle oturtulduğuna inanıyor. Söz dinlemez hale gelince çevre paşayı uyarmak için çok saygılı olduğunu bildikleri eski bir hocasına uyarması için başvuruyorlar. Enver acı acı gülüyor, vah hocam seni de mi kandırdılar diyor. Bu tanrısal muştuyu orada söylüyor kendisine; temel inancının nedenini de açıklıyor! Meğer paşamızın saçları içinde bir beyaz tel varmış! (çektiğimiz hesapsız acılar adına bu ağlanacak durumumuza gülmeyin lütfen! Tayyip beyin çevresindekiler dikkatlice baksınlar, saçlarının içinde bir beyaz saç teli olmasın Sayın Başbakanımızın!! Ya da gizli bir yerinde başka belirti! Hele Tanrı korusun; "Mehdilik belirtisi filan!" hiç olmaz inşallah! Mollalıkta yaygın inançtır. Duyduğuma göre Barzani'nin büyük dedelerini, çevresindeki mollalar taparcasına severlermiş. Kıyamete kadar gizli kalacağına inanılan Mehdi'nin bu kişi olduğuna karar verip denemeye kalkmışlar! İhtiyarcığı konağın en üst katından karga tulumba aşağı atıverirler. Mehdi minareden düşse ölmeyecektir çünkü. Sayın Başbakanımıza sakın kimse Mehdilik testi uygulamaya kalkmasın lütfen! Açıkçası korkuyorum; çevresinde kendisine hayran öyle çok molla var ki, Tanrı esirgesin!
Bu Ali Fuat ERDEM Paşa İkinci Cihan Harbi'nde Hitler'in karargâhına çağrılı gitti. Orada Hitler'i şöyle anlatır: karşımda sinirli, kesin yargılı, emreden tavrıyla Enver Paşa'yı görür gibi oldum, der. Bu tanıma uygun kimi görüyorsunuz bugün? HİTLER de Almanya'nın başına benzer yöntemle getirilmişti, biliyorsunuz!
Başbakan bunları biliyor da ya hastalandıysa. Geçtiğimiz aylarda bir psikiyatri derneğinin çağrılısı olarak konuşma yapmak için Bursa'daki yıllık kongrelerine katılmıştım. Gündemde benzer konular vardı orda da. Tanıdıklarım güvenilir psikiyatrlar var. Başbakan sağlık sorunlarını bir de bu değerli, bilim insanlarıyla konuşsa tüm ülke için hayırlı olur derim.
Komünizmle mücadele cemiyetinde eğitilmiş Başbakanımıza o günlerde bizi "Red Dog" diye belletiyorlardı ola ki!. Soğuk Savaş dönemiydi. Churchill gibi "Black Dog" demeyecekti herhalde. Bu ruhsal gerginlik durumu böyle sürüp giderse korkarım ülkemizi "HOŞT HOŞT" sesleri saracak bir gün!
Çaresizliğimizi ne güçlü anlatmış Mehmet AKİF:
"Ne yapsam neyle kurtarsam şu imdat isteyen halkı?"
İkinci BİZCE bir yılsonu yazısı. Bu dağınık sorunlara gereğinde yeniden değiniriz.
Yeni yılda tüm dostlarımıza selam, sevgi, başarı dileklerimi sunuyorum.
Kalın sağlıcakla. (VT/EKN)
* Bu yazı "bize göre" sitesinden alınmıştır