Macaristanlı yönetmen Bela Tarr’ın, dokuzuncu uzun metrajlı ve son filmi olan “Torino Atı”, 20. yüzyılın şafağında rüzgârın estiği bir kulübede yaşayan ve hep patates yiyen baba ve kızın hakkında 149 dakikalık siyah beyaz bir Macar dramasını sunuyor.
Filmin yönetmeni Tarr, Macaristan’ın en ünlü yönetmeni, uzun çekimlerin yoğun olarak kullandığı ve çoğu zaman akılda kalacak şekilde yaratıcı ve etkileyici uzun filmleriyle tanınıyor.
Tarr, umutsuz sloganın ustasıdır. Filmleri yalnızca acı verecek kadar yavaş, uzun ve yorucu olmakla kalmıyor, aynı zamanda nihilist bakış açısıyla da besleniyor. Alman yazar ve filozof Friedrich Nietzsche bu filmdeki ana etkidir. Bedenen görünmese de, Nietzsche’nin nihilist ruhu, film boyunca fazlasıyla hissediliyor.
Film, basit bir tema üzerinde ve ağıt benzeri müzikle ilerliyor ve neredeyse hiç diyalog yoktur. Ancak Tarr, maksimum etki için kamerasını tam olarak nereye yerleştireceğini biliyor ve hedeflediği kesin etkiyi elde etmek için değil, hareket etmesi gerektiği kadar hareket ettirmek için bir ustalık sergiliyor.
İzleyici kendini hikâyeye kaptırdığında, başka yöne bakmak imkansızdır. Filmin hipnotik bir deneyim yaratması kuşkusuz tuhaftır, ancak Tarr’ın film tekniğindeki ustalığı, insanın varoluşunun kalbinde gördüğü umutsuzluğu ve korkuyu ifade etmeye yönelik amansız girişiminin katıksız kabadayılığından başka bir şey değil. Tarr’ın karanlığa, zorluğa ve atavari bağlılığını sergiliyor adeta.
Bir anekdot
Karakterlerin gülmeyen yüzleriyle çekilmiş “Torino Atı”nda izleyicileri kasvetli, umutsuz melankoliye bırakan, buz gibi tempolu bir kâbus yaşatıyor. Film, Tarr sinemasının minimalist bir damıtmasıdır: bir erkek, bir kadın, bir at, bir kulübe, sefil bir hava ve çok az kelimeden biraz daha fazlası…
Film, Nietzsche ile ilgili bir anekdotla başlar:
“3 Ocak 1889, Torino… Friedrich Nietzsche, Via Carlo Alberto 6 numaralı evinden dışarıya gezinmek ya da mektuplarını almak için postaneye gitmek üzere çıkar. Ondan pek uzak olmayan bir mesafede, daha ziyade ondan uzaklaşır bir vaziyette faytoncunun biri, inatçı atıyla cebelleşmektedir.
"Tüm zorlamalarına rağmen at kıpırdamamakta direnmektedir. Bundan dolayı faytoncu Guiseppe ya da Carlo ya da Ettore’nin sabrı taşar ve kırbacıyla ata vuruverir. Nietzsche olayın intikal ettiği yere gelir ve bu da o anda öfkeden köpürmekte olan faytoncunun sebep olduğu bu gaddarca harekete bir nokta koyar. Sağlam yapılı ve bıyıklı Nietzsche aniden faytonun üzerine atlar ve kolunu ağlar bir vaziyette atın boynuna dolar. Komşusu onu evine görür o da iki gün boyunca divanın üzerinde o bağlayıcı son sözlerini fısıldayana kadar sessiz bir şekilde kımıldamadan yatar: ‘Anne, tam bir aptalım‘ diyerek uysal ve bunamış bir vaziyette, annesinin ve kız kardeşlerinin yardımıyla bir on yıl daha yaşar. Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok.”
Boğucu bir deneyim
Tarr, Nietzsche’nin çektiği acılar neticesinde çöküşünü tetikleyen o ata ne olabileceğini hayal etmesi gerektiğini düşünerek ve filmi hiçbir zaman açıklığa kavuşturmadan çekmeye karar verir.
Film boğucu bir deneyimdir. İki buçuk saatlik film, yalnızca 30 çekimden oluşur; bunlardan ilki, yoğun sis ve şiddetli bir fırtınada bir arabayı çeken bir attır. Kamera, ata farklı açılardan zum yapar, birkaç saniyeliğine sürücünün kendisine odaklanır, ancak odak noktası hayvan olarak kalır. Ne at, ne adam, ne de izleyiciler için kaçacak bir yer yok. Beş dakika boyunca kamera sadece bu ikisine farklı bakış açılarından odaklanır. Bu arada müzisyen Mihaly Vig’in akıldan çıkmayan, neredeyse kıyamet niteliğindeki müziği izleyiciyi açıklanamaz bir korkuya boğar. Vig’in film için bestesi bir ağıt gibi, bir ruhun yavaş yavaş aşınması gibi geliyor kulağa.
Diğer 29 çekimin çoğu, felçli bir kolu olan yaşlı bir çiftçinin ve kızının ölümü beklediği küçük bir kulübede geçiyor. Dışarıda hava soğuk ve şiddetli rüzgar esiyor. Bu çorak dünyada at bile yaşama isteğini kaybetmiştir. Onları bir kavanoza hapsolmuş ateşböcekleri gibi izliyoruz.
Filmde pek bir olay örgüsü yok ve aslında filmin çoğu altı gün boyunca belirli olayların tekrarını içeriyor: kızı babasının giyinmesine yardım ediyor, kuyudan su getiriyor, akşam yemeği için patates kaynatıyor, söz konusu patatesleri yemek, ölmekte olan atlarının acıklı durumunu kontrol etmek, pencereden ıssız, rüzgârlı araziye bakmak.
Bu angaryayı kıran anlar, filmdeki karamsarlık ve teslimiyet duygusunu çoğunlukla pekiştirse de, ek bir anlam kazanıyor. Amansız bir rüzgâr, çorak topraklarını savurarak, yaprakları döndürerek ve gökyüzünü ayrım gözetmeyen bir griye dönüştürerek hayatı daha da zorlaştırıyor.
Uzun bir nutuk...
Bu arada at, pasif, tuhaf bir şekilde hassas bir varlık olarak kalır ve sahibinin geçimini tehdit eden kımıldamayı veya yemek yemeyi reddetmesi, hayatın basit, sinir bozucu bir gerçeği olduğu kadar bir metafizik direniş biçimi gibi hissettiriyor. Tabi atın çalışmayı ve yemek yemeyi reddetmesi, yoksul bir çiftçi ve kızı için sonun başlangıcı olur. Film, bu noktada bize tüm dünyadaki her şeyin değerini yitirdiği ve onu kurtarmanın ya da korumanın bir anlamı olmadığını anlatıyor.
Rüzgâr uğuldamaya devam ederken ve karanlık her şeyi yutarken varoluş durma noktasına geliyor. Kasvetli geçen bu zamanda, dehşete kapılmış halde gelen komşusu, biraz palinka almak için gelmiştir. Komşusu, filmin en can alıcı kısmı ve özeti sayılabilecek uzun bir felsefi nutuk çeker:
“Her şey mahvoluyor. Her şey değersizleşti. Çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi. Fakat şunu söyleyebilirim ki, onlar mahvetti ve değersizleştirdi. Çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. Tam tersine insanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle ilgilidir. Tabii ki bunda Tanrı’nın da eli var. Hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. Ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. Çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. Benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. Sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. Her neye dokundularsa ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler. İşte bu nihai zafere kadar giden yoldu. Muzaffer bir sona doğru giden.
"Ele geçir, değersizleştir. Değersizleştir, ele geçir. Ya da istersen farklı şekilde de ifade edeyim: dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. Ya da, dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. Durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. Yüzyıldan yüzyıla, her çağda. Bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca ama durmaksızın devam ediyor. Değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi.
"Çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. Mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey, böylesi bir savaştan kaçınmalı. Herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. Şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok.
"Ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. Ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile ki onlar her yere ulaşır. Çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. Onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. Hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? Her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu!
"Ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? Bu noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. Mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi gerekiyordu. Tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. İnanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı.
"Şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. Ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. Birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. Akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! Söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. Çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu.
"Biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. Mağlubiyet, galibiyet. Mağlubiyet, galibiyet ve bir gün yine bu civarlarda fark etmek zorunda kaldığım ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım.
"Şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu ve asla olamayacak oluşunu düşünürken gerçekten de hatalıydım. Çünkü inan bana, artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti.”
Filmin bitiminde akılda kalan sahnelerden birisi de kızın kuyuya doğru güçlükle ilerlerken rüzgâra yaslandığı bir çekim… Gördüğümüz bu sahnenin anlamı, mutlak umutsuzluğa karşılık gibi geliyor.
“Torino Atı”, insanlığın temel mücadelesini sert bir şekilde ele alırken, bu mücadelede belirli bir saygınlığı da tanır. Film baştan sona kadar en ufak bir iyimserlik zerresi bile görülmeden kapanır. Tarr’ın son filmi nihayetinde pes etme kararının bir uzantısıdır.
(ÖÇ/EMK)