* Fotoğraf: Tansu Pişkin / bianet
“Kentsel çöküntü alanları”, kentle uğraşanların ve sosyal bilimcilerin üzerinde çalıştıkları önemli konulardan biridir. “Slum”, “karanlık bölgeler”, “gettolaşma” diye de adlandırılıyor. Bir zamanlar kentin en prestijli bölgesi olan, varsılların oturduğu ve mimari açıdan nitelikli yapıların bulunduğu semtlerin, zamanla değişime uğrayarak eski özelliklerini yitirmesi, “köhneleşmesi”, yoksulların ve bir anlamda kentten dışlananların oturduğu bölgeler haline gelmesidir. Bizde en belirgin örneklerinden biri Beyoğlu’nun arkaları, Tarlabaşı’dır.
Genellikle kent merkezlerinde yer alan ve süreç içinde taşınmaz fiyatlarının giderek düştüğü “kentsel çöküntü alanları”, kent arazileri üzerinde spekülasyon yapan vurguncuların ve politikacıların yedekte beklettiği bölgelerdir. “Kentsel yenileme”, “kentsel dönüşüm” uygulamaları, yeni inşaat hamleleri ile bu bölgelerin yeniden el değiştirmesi, “mutenalaştırılması”, yeniden varsılların eline geçmesi söz konusudur. Kuşkusuz buraları, tarihsel geçmişi ve mimari miras özellikleri nedeniyle “elitler” için de çekim noktalarıdır.
Osmanlı’nın son dönemlerindeki ihtişamını yitiren ve bir “kentsel çöküntü” alanı haline gelen Beyoğlu - Tarlabaşı 1980’lerin sonuna doğru Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı sırasında ciddi bir yıkıma uğradı. Uzmanların uyarılarını, Koruma Kurulunun kararlarını dikkate almayan, hatta mahkeme kararlarını da uygulamayan Dalan ve diğer kent yöneticileri 350 kadar tescilli, koruma kapsamına alınmış yapıyı yıkarak Tarlabaşı Bulvarını açmışlardır. Yıkımın bununla sınırlı kalmayacağı anlaşılıyordu, Dalan bölgedeki 4700 kadar tarihi yapıyı yıkacaklarını söylüyordu. Dalan’ın “Kulaklarımı tıkarım, Tarlabaşı’nı yıkarım… Cezam neyse çekerim” sözleri ünlüdür.
Bir kitap: “Tarlabaşı – Bir Kent Mücadelesi”
Tarlabaşı yıkımına karşı Mimarlar Odası, diğer uzmanların ve aydınların da katıldığı tarihi bir savaşım vermiştir. Hatta bir ara Tarlabaşı’na, yıkılacak denilen bir binaya taşınarak çalışmalarını burada sürdürmüşlerdir. Dalan sonrası AKP döneminde de yaşananları izleyen ve müdahil olmaya çalışan mimarların gündeminde Tarlabaşı bugün de yerini koruyor. Mimarlar Odası İstanbul Şubesinin geçen yıl yayınladığı “Tarlabaşı – Bir Kent Mücadelesi”(1) adlı kitap, bu kentsel savaşımı çok iyi belgeliyor. Hemen belirtelim, bianet arşivinde de bu konuda ilginç yazılar bulabileceksiniz.
Bizim burada özellikle üzerinde duracağımız, bu kentsel yıkım, tarihsel bir mirası yok etme girişimine bazı aydınlarımızın verdiği, insana “Hayır, olamaz, bu işte bir yanlışlık var” dedirten destek. Mimarlar da tarih yıkıcılığından yana çıkan bu aydınları buruk bir biçimde hatırlıyor Tarlabaşı kitabında. İlerici, insancıl yanlarıyla tanınan bu aydınların, yazarların ardından fazla konuşmak istemiyorlar ama zamanında söylenilenleri belgeleriyle hatırlatmaktan da geri kalmıyorlar. İyi yapmışlar, toplumsal kültür düzeyimizdeki önemli bir eksikliğe dikkati çekiyorlar.
Kimler yok ki Dalan’ın yıkımlarını destekleyenler arasında; Aziz Nesin, Attila İlhan, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Necati Cumalı… İşin ilginci, bu yazarların çoğunun gençlik yılları yıkılsın dedikleri Pera’daki meyhanelerde, pastanelerde geçmiş, kentin bu bölümü yazdıkları roman, öykü ve şiirlere yansımıştır. 1940-50 kuşağı edebiyatında Beyoğlu’nun özel bir yeri olduğunu herhalde kimse yadsımaz. Elbette bu işin ustası, “Doğur Marikula doğur” diyen Sait Faik’tir. İyi ki bu yıkım günlerini görmeden aramızdan ayrılmış mı diyelim?
Attila İlhan ne demişti?
“Karantinalı Despina” şiirinde İzmir’de Rumlarla birlikte yaşanan eski günlere güzellemeler düzen Attila İlhan, konu 1980 yıllarında Tarlabaşı olduğunda, özetle adeta “yıkın bu gâvur evlerini, bu fuhuş yuvalarını” demektedir. Bakın şöyle yazmış 22 Mart 1987 günü Güneş gazetesinde:
“Eski İstanbul yıkılıyor, mahvoluyor diyen düşünceler var. Mahvolan Pera’dır. Pera’nın da Türklükle alakası yoktur. Bana kalırsa bunların yıkılmasında sakınca yoktur. Zaten buraların tamamı Ermeni mimarlar tarafından yapılmıştır. Batı tarzında eserlerdir. Tanzimat ve Meşrutiyet zamanı yapılarıdır. Dikkat edilirse Ermeni ve Fransız mimarisinin isimleri okunur. Tamamı taklit yapılardır. Yıkılması çok büyük bir kayıp değildir. Esaret zamanının eserleridir. Bir Hindistan’da nasıl İngiliz yapısının önemi yoksa Osmanlı Bankası’nın, Duyun-u Umumiye’nin Genel Müdürlüklerinin, yabancı yatırımların Türk temsilcilerinin oturduğu, Yahudi ailelerin barındığı ve özellikle fuhuş yuvası olarak kullanılan bu yerlerin korunması gereksizdir.”
İnsan dehşete kapılıyor. Neredeyse “Yıkın şu Yahudi gettosunu” demeğe varacak gibi bir söylem, 1945 öncesini hatırlatıyor diyeceği geliyor insanın. Attila İlhan’ın yazdıklarını ciddiye alırsanız Ermeni Balyanların eseri Dolmabahçe sarayını, hatta Ortaköy camisini yıkıp geçebilirsiniz. İstanbul Erkek Liseliler aman dikkatli olsunlar. Günün birinde Attila İlhan’ın dediklerini hatırlayan ve ciddiye alan birileri, lisenin 1932 yılından beri kullandığı Duyun-u Umumiye binasını yıkmaya kalkışabilir. Bu arada Hindistan ve Pakistan’da insanların Attila İlhan gibi düşünmediklerini ve sömürge dönemi İngiliz yapıların ciddi bir biçimde koruduğunu hatırlatalım.
Melih Cevdet Anday’ın görüşleri
Tarlabaşı yıkımını destekleyen diğer aydınlarımız, görüşlerini bir ölçüde daha ihtiyatlı anlatımla dile getirmiştir. Bunlardan biri Melih Cevdet Anday’dır. Anadolu ve Batı kültürünü ta antik çağlardan başlayarak özümlemiş bir yazarımız, şairimizdir Anday. Avrupa görmüş, hatta Paris’te kültür ataşeliği yapmıştır. Çokkültürlü bir toplumsal anlayışı vardır diye bilinir. 1972 Temmuz’unda Cumhuriyet’te yayınlanan “Urla Yarımadasında Bir Gezinti” başlıklı gezi notlarında eski İzmir’i, Urla’yı aramakta, Rum evlerinin yıkılıp kaybolmasına üzülmekte, bu evler mutlaka korunmalıdır demektedir. Anday’ın Tarlabaşı konusundaki düşünceleri ise nedense farklıdır. Ona göre Tarlabaşı’nın korunacak bir yanı yoktur. 28 Kasım 1986 günü Cumhuriyet’teki yazısında özetle şunları söylüyor:
“… Tarihin kalıtı çok yönlü bir değer birikimidir. Bu konuda sadece zaman ölçütünü göz önünde tutmak, bir kenti mezar durumuna sokmaktan başka işe yaramaz… Tarlabaşı Caddesinin genişletilmesi için girişilen etkinlikler dolayısıyla İstanbul’un tarihsel kalıtından, o caddedeki yapıların dokunulmazlığından söz etmek böyle bir hayalet kent yaratma amacına yönelik bir çaba gibi görünüyor bana… Bu yapıların yıkılması ile hangi tarihsel, estetik değerlerin yok olacağını sormak hakkımızdır. Böyle bir soruya doyurucu bir yanıt bulmak sanırım zor olacaktır.”
Anlaşılan uzmanların söyledikleri, öğretim üyelerinin, Koruma Kurullarının görüşleri Anday’ı ikna etmemiştir. Belki biraz kibarca söylüyor ama onun gözünde Tarlabaşı bir “değer” taşımamaktadır ve ortadan kaldırılmasında bir sakınca yoktur, hatta yarar vardır.
Necati Cumalı’ya göre Tarlabaşı
Necati Cumalı, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Florina’da doğmuştur. Ailesi mübadelede Urla’ya yerleşmiştir. Anılarında, yazdıklarında Urla geniş yer tutar. Ancak son yıllarında Cumalı’nın Urla’ya küstüğü, kent meydanının yıkılıp yeniden yapılmasına, özellikle kesilen ağaçlara tepki gösterdiği ve bir daha Urla’ya gelmediği anlatılır. Yani çevreye duyarlıdır, mimari mirasın korunmasından yanadır. Ama ona göre de Tarlabaşı, korunması gereken tarihi yer anlayışına uymamaktadır, dolayısıyla yıkılmasında bir sakınca yoktur. 10 Ocak 1987’de, İkibine Doğru dergisinde yayınlanan yazısında özetle şöyle demiş:
“Öteden beri tarihsel yerlerin korunması gerektiğini bütün yazılarında savunan bir yazar da olsam, ne yazık ki Tarlabaşı ile ilgili görüşlere hak veremiyorum. Tarlabaşı anladığım anlamda tarihsel yer kavramının dışında kalıyor. Oldum olası sevemedim Tarlabaşı’nı. İki yanında Levanten bir beğeninin ürünü, üstelik de Levanten’in sonradan görmüşünün yaşayışını belirleyen çirkin yapılar sıralanır… Eski İstanbul evlerinin ince beğenili çizgilerinden yoksun oldukları gibi, Tanzimatın ardından yeni gelişen Osmanlı kentsoylularının beğeni düzeyine de ulaşamazlar.”
Cumalı yazısında Tarlabaşı’ndaki toplumsal çürümeyi, geçirdiği değişimi anlatıyor, bir “ağır roman”ın malzemesini topluyor gibi. Çürüyen bu kent parçasının onarılabileceğini, yeniden insancıl bir yaşama kavuşturabileceğini düşünmüyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz diğerlerinden farklı olarak yıkımdan kârlı çıkacak vurguncuların olabileceği, koruma filan demeden “doğrudan” işin bu yönünün teşhir edilmesi gerektiğini anlatıyor.
Yıkım kültürünün yüzyıllık geçmişi
Mimarların Tarlabaşı kitabında bizdeki yıkım kültürünün, hatta politikasının yüzyıllık yakın geçmişi konusunda ilginç bilgiler var. Örneğin Şevket Süreyya’nın, idamların ertesinde, “yiğidi öldür ama hakkını ver” diyerek Menderes’in İstanbul’da tarihi dokuyu altüst eden “imar” uygulamalarını övdüğü hatırlatılıyor kitapta. Özetlediğimiz şu sözler Şevket Süreyya’nın “^Menderes’in Dramı” kitabından (1974, 2. Baskı, s.557-558) aktarılmış:
“Menderes’in imar ve istimlâkler bahsinde daha ileri gitmesi, Fatih devrinden beri el dokundurulmamış köhne Bizans’a bir şekil vermesi ne kadar iyi olurdu. Menderes’in kaybından sonra bu hamlelerin durduğunu, Boğaziçi’nin bile hızla Galata’laştırıldığını düşününce Menderes’in üstün gayretlerini, hüzünle ve takdirle hatırlamamak kabil değildir… Bizce Menderes, imar mücadelesinde sokağa açılan ve eserlerini şehre ve toprağa yazan tek başvekildir.”
Mimarlar daha da gerilere, 1920’lere kadar giderek bu yıkım politikalarının izlerini sürmüşler, Murat Belge’nin 15 Ocak 2008’de Radikal’de yayınlanan yazısında sözünü ettiği, Rıza Nur -/Topal Osman arasında geçen bir konuşmayı aktarıyorlar. Şöyle diyor Ankara hükümetinin ilk bakanlarından ve Lozan delegelerinden Rıza Nur anılarında:
“‘Ağa Pontus’u iyi temizle!’ dedim. ‘Temizliyorum’ dedi. ‘Rum köylerinde taş taş üstünde bırakma’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum’ dedi. ‘Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ dedim. ‘Sahi öyle yapayım. Bu kadarını akıl edemedim’ dedi.”
Güncel durum
Günümüze ve Tarlabaşı’na dönersek, konu yeniden güncellik kazanıyor gibi gözüküyor. İstanbul Büyükkent Belediyesindeki değişiklikler farklı gelişmelere yol açabilir. Öte yandan merkezi iktidar Taksim ile birlikte buralara yeniden el atabilir. Ne de olsa Kasımpaşa’yla sıcak bir yakınlıkları var. Kasımpaşa dediğiniz Tarlabaşı’nın alt tarafı.
Kanat Atkaya, geçtiğimiz 20 Ağustos günü Hürriyet’te yayınlanan ve yukarıda anlattıklarımıza da değinen yazısında (2) “Siyasete bu kadar alet ve kurban edilmiş bir semt daha yoktur tarihimizde” diyor. Atkaya, Beyoğlu Belediye Başkanının “AKP’nin doğum yeri burası, Cumhurbaşkanımızın bize yüklediği bir emanet. Bizim için büyük bir şeref ve onur” sözlerine dikkati çekiyor. Bu sözleri bölgede yeni “kurtarma” / “yıkma – yapma” girişimlerinin habercisi olarak görmek mümkün. Zaten Atkaya da yazısını “Bu kadar kurtarıldığı yeter, daha fazla kurtarmayın canım abiler desek yeri midir acaba?” diye bitirmiş.
Özetle, “Tarlabaşı / Beyoğlu”, mimarların ve mimari mirasa duyarlı olanların gündeminden düşmemeli. Kuşkusuz bu duyarlılık diğer kentlerimizdeki benzeri alanlar için de geçerli olmalı. Bir önemli görev de, mimari mirasa ilgiyi canlı tutmak, “Levanten evi”, “gavur mahallesi” demeden ortak geçmişimizin maddi kanıtlarını koruma konusunda duyarlılığı artırmak.
Bu arada “hedef kitle” olarak özellikle aydınlarımızı ihmal etmemek gerekiyor anlaşılan. Doğrusu dostun attığı gül daha fazla can acıtıyor. Üstelik Attila İlhan ve diğer adı geçen aydınlarımızın “attıkları” öyle pek de “gül” denilecek türden değil. (AŞ/AS)
(1) Tarlabaşı – Bir Kent Mücadelesi, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi yayını, 2018, 256 sayfa (Kitaptaki "Tarlabaşı: Koruma Kültüründe Bir Dönüm Noktası" başlıklı yazısında verdiği bilgileri benimle paylaşan Ali Rüzgar'a özellikle teşekkür ediyorum.)