Aşık Veysel, Cumhuriyet tarihimizin ortalarında, en dostane, en sitemkâr şiirini şöyle yazmıştı: "Beni hor görme kardaşım /Sen altınsın ben tunç muyum? /Aynı vardan var olmuşuz / Sen gümüşsün ben sac mıyım?"
Ben de "Türk"üm kardeşim, beni hor görme diyordu köylü Veysel, yukarıdakilere. Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış değil miydik? Kavlimiz, yasamız böyle değil midir?
... Diyordu. Olmadığını görmüştü sonuna doğru. Pir Sultan reenkarnasyonunun Mahzuni Şerif olduğuna inanmışlığı, ona gönülden bağlanmışlığı da belki bu yüzdendir. Kim ne düşünürse düşünsün açık söylemeli: Çoktandır, "açılın kapılar..." kararlılığı, "hor görme" siteminin yerini almıştır.
Bu ve benzer temalı halk şiirleri, bugüne kadar ezilen halkların belki ilk değil ama en pasif itiraz cümlesi sayılmıştır tarihte. Pasif itiraz, huzursuz yaşam kımıldanışıdır. Aç arzu doyum bulmadıkça hırçınlaşmaya ve giderek apaçık aktif eyleme dönüşür, buna da tarihin gidişi denmiştir.
Bizler, bu tarihsel gidiş denen şeyin, aslında bir gidiş olmadığını düşünenlerdensek, mantığımızı Zenon'un "mutlak hareketsizlik" teorisini ("hareket yok, zaman yok"), tarihe uyarlamaya kadar vardırırız kanıtlarımızı.
Saatte 1670 km hızla dönen dünyayı hangi toplumsal akıl kabullenebildi? Bir de, halkların tarihteki gidişinin tam da hak ettiği hızda olduğunu düşünenler vardır: Her halk layığını arar, bulur da.
İnsanız, tek tek bu iki düşünüş sarkacının bir yerindeyizdir daima. Yaşadığımız günlerin halklar üzerinden bütün yönleriyle bir itiraza dönüştüğünün, faili değilsek, mağduru değilsek bile en azından tanığı olmuşsak, düşüneceklerimiz de ona göre yol alır artık.
Haritaların asılma noktaları değişse de dünyanın salınım yasası değişmez. Veysel'in siteminin işe yaramadığını düşünenlerin aktif itirazı ise, bekleneceği gibi, en fazla hor görülenler arasından çıkacaktı, çıkmıştır. Yeni bir halk oluş durumu yaşayan halklar için kaçınılmazdır. Foucault'nun Sarkacı bize bir anlam taşır.
İnsanların kendisini yeni bir halk adıyla tanımlamasının bir örneği 500 yıllık Amerika kıta tarihinde görülmüştür. İnsanların kendini en eski adıyla yepyeni bir sesle ve haykırışla tanımlaması, bugün Ortadoğu'da, örneğin Kürt tarihinde görülmektedir. Aslında, aynı yönde, farlı görünümlü, aynı tarihin gidişidir bunlar. Halklar tarihinin gidiş tarzı böyledir.
Halk, bireylerden oluşur ama birey başkası olarak kendisi ("ben başkasıdır") olmak zorunda kaldığında, artık halk olmuştur. Halk olma bilinci sayesinde bireyler, -ister nesnel olsun isterse öznel kalsın- kişisel, sınıfsal, kültürel, yöresel farklarını bir gölgeye koyar ve bir halk tanımı içinde toplaşmaya başlarlar.
Birey ne kadar kalabalığa karışsa da, onlardan biri olduğuna inansa da, kendisi daima birey, halk ise toplaştığı daimi ötekilerdir; yanlış ötekindedir, her nedense böyledir işte. Ne kadar özerk olursa olsun, bireyin, toplum denen birleşmiş bireyler iradesinin bir parçası olduğu, bu iradenin nasıl işlediği ve nasıl olması gerektiği yönünde taşıdığı bilinç, toplumsal bilincidir.
Buna tarih bilinci de denebilir, bireye içkin kültürel bilinç de. Yaşayanlar tarihin gidişindeki konumunu bu bilinçle belirler. Ölenlerse, özellikle kriz anlarında, yaşayanların üstüne kâbus gibi çökerler (Marx). "Ahdimi tut, ukdemi yerde koma!", gibi anlamlar içeren tuhaf sesler çıkarırlar.
Yaşayan bireyin kriz anlarında kâbus halinde duyduğu bu sözler, belki de, bireyin dil ve zihin yanılsamalarının kaynaklarından biridir. Her birey sonuçta hangi halktan olduğunu az çok bu sesi anlamlandırışı sırasında yanılsamalı sezgisiyle bilir. Çünkü hiçbir asimilasyon adil olmamıştır tarihte, o yüzden de kalıcı değildir.
Halkın bir parçası olduğunu düşünebilen birey, halkın ne olduğunu, ne istediğini, ne olması gerektiğini de anlamıştır kendince. Düşünceler, en soyutları bile, nihayetlerinde davranış önermeleri olarak işlerler. Kimi ideal bir halk olmanın koşulunda birey ahlakını öngörür, o olsa her derde yeterlidir. Kimi ise ortak bir iradeyle belirlenmiş yasa olmadıkça ideal bir huzur kurulamayacağını vaaz eder.
Haklı çıkanlar daima ortak yasa kavramıyla düşünenler olmuştur ama -ne kadar ileri görüşlülerse o kadar-, birey ahlakının da bu yasa içinde bir çekirdek oluşturduğunu asla unutmazlar. Özgürlük, birey ahlakının vazgeçilmez ütopyasıdır. "Cehennem başkalarıdır", önermesi bu özgürlük yasanın öngördüğü maruz kalma, zorunda olma düzeyiyle ölçülüdür; kabul edilir ya da edilmez, inanılır ya da inanılmaz.
Cehennem başkalarıdır cümlesini bir kişi söylüyorsa başka, çok kişi söylüyorsa başka anlamlar taşır, başka yasalar öngörür.
Yasa bir cümledir. Bu cümleyi bulmak kolektif bir eylemle mümkün olmuştur her zaman. Kolektif eylemse, örgütlülüktür. Ne türden olursa olsun örgütlülük. Örgüt, oluştuğu anda işlevi tamamlanıncaya kadar yaşamını sürdürür. Yasal olsa da olmasa da. Uygarlıklar da bir örgütlülüktür.
Öyleyse İbn Haldun gibi söyleyelim; doğar, gelişir ve sönümlenirler. Örgütün varlığı toplumsal ihtiyaçtan değilse, ona hobi topluluğu demek daha yakışır. Toplumsal ihtiyacı karşılamak üzere doğmuş bir örgüt, o ihtiyaç neyse, karşılanıncaya kadar varlığını, varlığı imha edilmişse, gölgesini, yani hayalini, yani ütopyasını korumuştur.
Bu yargıya en iyi örnek, eski ve yeni komünist ütopyalardır. Kaç kez yıkılmış, kaç kez dağılmışlardır. Ütopyalar yaşıyor olmak için her kılığa bürünmüşlerdir. Örgütleri, ütopyalar var eder.
Örgüt, ütopyaları sözde ve görünürde aynı olan bireyler topluluğudur. Anlaşma düzeyleri ve koşullarını tüzüklerinde belirlemeye çalışırlar Bunu yaparken, en çok budadıkları şey, onu oluşturan bireylerin kişisel haklarıysa eğer, bu örgüte çelik çekirdek denmektedir. Katmanlar içinde en sert katman, devlet içinde en derin devlettirler.
Dünya ne çekmişse bu çelik çekirdek örgütlerden çekmiştir; özellikle iktidar olmuşlarsa. 1915 Ermeni Felaketi de, 1937-38 Dersim kıyımı da o yüzdendir, 1986 Çernobil faciası da. Çelik çekirdek, kendisini dünyanın merkezinde var olan o vazgeçilmez töz sanır.
Bedenlerini, zihinlerini, eylemlerini ve akıllarını halkın adına halka adamış örgütlerin biçimini, çalışma tarzını, alt edip devirmeye çalıştıkları iktidarlar, yani düşman belirler çoğu zaman. Bu bir paradokstur. Tarihin çözümsüz bıraktığı bir paradoks. İktidar halkın ihtiyacını karşılamaya yanaşmadığı gibi, zulme de başvuruyorsa, çelik çekirdek örgütler sertleşir, kaynaşır, daha sertleşir.
İktidarlar ne kadar baskıcıysa, direniş de o derecede yoğun bir güce gereksinim duyar. Bu tür örgütlerin bağları, kendisinin zafer saydığı kamp yerlerinde ya da konaklarda açılır, gevşer. Yenilgi saydığı düşüş konaklarındaysa, ipler iyice sıkıştırılıp düşmeden yarda kalan insanlar birbirine sıkıca, yaşamsal bir içgüdüyle birbirlerine bağlanırlar.
Her bireyde varolan bu bağlardan kendisinde olanı zamansız, yersiz, panikle ya da kendini kurtarmak niyetiyle çözmenin, her dildeki sözcüğü "ihanet" olmuştur. Hain oluş karşısındaki kahraman oluş, "kurtuluş Yolu"nda aynı güçte bağlanmış halkalar arasında halkın gözünde ışıyanı altın halkalı kahraman olmuştur, zamanı gelince.
Ancak, zaman, herkesin güneş karşısındaki gölgesiyle ölçülüdür. Gölgesi kuvvetli sözü, yalnızca iktidar sözcüğü değil, varlık koşulu güneş karşısında sınanmış anlamını da taşıyan, çok eskiden kalma bir insanlık durumudur. Egemen olanın gölgesi kuvvetli görünür ama güneş hareket etmekte, dünya başka gölgelere de ışık şansı tanıyacak biçimde dönmektedir.
O yüzden bütün umut kaynakları, "hangi günü gördün güneş doğmamış" türküsünü söyler. Bir güneş merkezli pagan inanç taşırlar. Her zaman bireylerin zihninde anlam kamaştıracak bir yıldız, bir güneş parçası olarak parlayıp dururlar.
Örgüte göre "zaman" ise, az çok iktidara bakarak, iktidarla birlikte takvimleşmiştir. Satranç bir savaş oyunudur, rakiple oynanacaklardır. Karşılaşma her yerdedir ve her andır. Tam da paradoksal takvim budur. Okuması zor, anlaması daha zordur. Zorluk, ortak bir dil üreten eleştiri silahı, yerini bildiğimiz silahlara, bunların birbirini eleştirisine bırakmışsa katmerleşir.
En öldürücü silahlar kuşkusuz egemenlerin, onların devletinin elindedir. Devlet, terör eylemini meşrulaştırıp yaslaştıran en eski güçtür ve her zaman en büyük terörist, Fransa devriminin "Terror" döneminde adını apaçık koyduğu gibi, devlettir. O günlerde devrim içindi bugün yasalar adına. Bu takvim "zor" kavramı üzerinden dönenceler taşıyan bir zaman göstergesidir.
Barış zamanı, Savaş zamanı, Ateş, Ateşkes zamanı, Savunma, Saldırı, Hazırlık zamanı gibi. Karşıtlık ya da kıble, bir kez belirlenmeye görsün, artık "zor" denen tarih motoru gidişteki rol dağılımında esas rehber olur halka.
Üretim ilişkilerinin adaletsizliğinden doğmuş politikaya hükmeder olmuştur. Katlanmak zordur. Ağlamak sızlamak arada kalanlara düşer. Bu zor gidişin, acıyı en aza indirecek hünerde ebesi olmaksa devrimcilere.
Devrimci, yorumlayan değil, değiştirendir. Tarih sakindir, rahattır; kör düğümünü kesecek, geçiş köprüleri kuracak kahramanları daima bulmuştur. (MT/BA)