Dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla birlikte HDP milletvekillerinin tutuklanma ihtimalleri gündeme girince 90’lı yıllar ve ensesinden tutulup polis arabasına bindirilen Orhan Doğan ve diğer DEP’liler daha çok hatırlanır ve hatırlatılır oldu. Ama bu noktada hatırlanacak olan sadece DEP milletvekilleri ve onların başına gelenler değil, onlara bu durumu yaşatan siyasi iktidarlar ve partilere de ne olduğunu hatırlamak gerekir. 90’lı yılların iktidar partileri DYP ve ANAP’ın, o yılların başbakanları Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın siyasetten nasıl silindiği de hatırlanmazsa 90’lı yıllar bir bütün olarak hatırlanmaz, ne olup bittiği kavranamaz.
Anlaşılan o ki, Türkiye döndü dolaştı, "çözüm süreci" falan dedi ve sonuçta yirmi yıl sonra aynı yere geldi. HDP’li milletvekillerinin akıbetinin DEP’li arkadaşları gibi olacağını düşünenler, hatta bir an önce tutuklanmalarını isteyenler AKP’nin akıbetinin de DYP ve ANAP gibi olabileceğini düşünüyorlar mı?
“Bizim başımıza aynı şey gelmez” diyorlar ve zaten Erdoğan’ın “başkanlık sistemi” ekseninde yürüttüğü rejim tartışması ve yapılması düşünülen anayasa değişikliği DYP ve ANAP’ın akıbetinden kurtulmak için de bir çare olarak görülüyor belki ama daha şimdiden Ahmet Davutoğlu, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'ın kaderini paylaştı. AKP de DYP ve ANAP'ın kaderini paylaşacaktır, daha doğrusu paylaşmaya başlamıştır. Çünkü aynı koşullar aynı sonuçları doğurur; 90'lı yıllara dönerseniz, o yıllarda yaşananlara benzer şeyler yaşarsınız!
90'lı yıllar
Ne oldu 90'lı yıllarda? Binlerce faili meçhul cinayet, köy boşaltmaları-yakmalarıyla, DEP milletvekillerinin tutuklanmalarıyla bir "özel savaş" dönemi yaşandı; sonrasında 28 Şubat 1997'de "post-modern darbe" oldu ve ne DYP, ne ANAP, ne Çiller, ne Yılmaz kaldı... İktidar partisi durumundaki Refah Partisi kapatılırken, lideri Necmettin Erbakan da "siyasi yasaklı" hale geldi. Hatta Erbakan sonrasının lideri olarak görülen Tayyip Erdoğan da şiir okuduğu için hapse atıldı ve milletvekili seçilme hakkı elinden alındı. Ancak yine de bu dönemin sonunda Türkiye'yi "Soğuk Savaş sonrasına uygun koşullarda inşa edecek yeni ve demokratik bir parti" olduğu iddiasıyla AKP zuhur etti ve 2002 seçimlerinde o zamana kadar ülkeyi yönetmiş partiler tasfiye olurken bir yıl önce kurulan AKP tek başına iktidara geldi. Türkiye'nin önünde yeni bir dönem, yeni bir ufuk açıldı...
"Şimdi aynı şey olmaz, 90'lı yıllarda değiliz" diyenler, bir daha düşünsün, bugün ne oluyor bir daha baksın... 90'lı yıllardan daha ağır, daha yoğun bir savaş sürüyor. Son resmi açıklamalara göre geçen Temmuz ayından bu yana yaklaşık 500 asker ve polis hayatını kaybederken, 3 bine yakın yaralı var; onlarca şehir yıkıldı, yaşanmaz hale geldi, yüz binlerce insan evsiz, yersiz-yurtsuz hale gelirken göçe zorlandı, 7 binden fazla da "etkisizleştirilen" Kürt militandan söz ediliyor. 15 ton patlayıcı olduğu söylenen kamyonun 15 Kürt köylüsüyle birlikte havaya uçması ve füzeyle askeri helikopter düşürülmesi de gösteriyor ki savaş daha da şiddetlenecek ve giderek bir "topyekûn savaş" halini alacak. HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması da bu "topyekûn savaş"ın bir sonucudur ve tutuklanmaların ötesinde saldırılar, cinayetler olursa şaşırtıcı olmaz.
"Saray darbesi"
10 ayda böyle bir tablo ortaya çıkarken ülkenin siyasal yaşamının normal bir şekilde akması, devam etmesi mümkün mü? Nitekim Davutoğlu hükümeti bir "Saray darbesi" ile gitti. Ama böylece AKP de bir siyasi parti olarak ortadan kalktı ve Binali Yıldırım'ın atandığı kongrede bütün salon tarafından ayakta dinlenilen Erdoğan mesajı bu partiye veda töreni oldu. Yani bir darbeden sonra iktidar partisi nasıl hükümetten gönderilirse AKP de bugünün koşullarına uygun bir şekilde gönderilmiş oldu. Bu kadarla da kalmadı; bir darbeden sonra siyasi partilerin ve parlamentonun kapatılmasına benzer bir tarzda sadece iktidar partisi değil, muhalefetteki CHP ve MHP de "kapatıldı"; dokunulmazlık oylamasında AKP'nin kuyruğuna takılarak birlikte davranan bu partilerin siyasi yaşamlarına son verdikleri, dolayısıyla parlamentonun da artık bir işlevinin kalmadığı ve bu anlamda "kapatıldığı" söylenebilir.
Bir darbeden sonra sadece siyasi partiler ve parlamento kapatılmaz muhalefet de baskı altına alınır, tutuklanır, hapishaneler dolar. Parlamentodaki biricik muhalefet partisi olarak HDP'nin başına gelmekte olan da budur ve şimdiye kadar olanlara yenileri de eklenecek ve muhalefet tümüyle "etkisizleştirilmek" üzere her şey yapılacaktır.
Farkındalık yaratmak
Özellikle Davutoğlu’nun görevden alınmasıyla birlikte daha çok ve daha yüksek sesle bunun bir “hükümet darbesi” olduğu ilan edilmesine rağmen henüz bu olağandışı duruma ciddi bir toplumsal tepki gözlenmiyor. Ancak dokunulmazlıkların kaldırılmasının ardından gelecek adımlar, HDP milletvekillerinin tutuklanması gibi gelişmeler sonucunda bu nispi sükûnet giderek ortadan kalkabilir ve siyasal gerçekler daha çıplak, daha görünür hale gelebilir. HDP ve Kürt hareketi bunun için elinden geleni yapacak ve bir “darbe” durumunun olduğunu Türkiye’ye ve dünyaya göstermeye, adeta bir “farkındalık yaratmaya” çalışacaktır. Her gün gelen asker ve polis cenazeleri bu farkındalığı ne kadar örtse, bastırsa da zaman içinde bu cenazelerin de nerelerde neler biriktirdiğini ve ne tür toplumsal tepkilere yol açacağını göreceğiz. 30 yıldır ciddi boyutlara varmayan bir etnik çatışma, bir Kürt-Türk çatışması büyük kentlere sıçradığı anda ne olacağını kimse kestiremez ve bu bağlamda çok tehlikeli bir birikimin büyümekte olduğu aşikardır. Dolayısıyla "topyekûn savaş" ne kadar uzarsa bir iç savaş tehlikesi de o kadar artacaktır. Yanı başımızdaki ülkelerin bir kıvılcımla ne hale geldiğini görüyoruz.
Şu ana kadar bu savaş ortamından siyaseten beslenen, güç devşiren iktidar "fiili durumu hukuki hale getirerek" hızla siyasette yeni bir sayfa, yeni bir dönem açarak iç savaşa doğru sürüklenişin önünü kesmeye çalışacaktır ama bunu başarması da kolay değil. Türkiye’nin yakın geleceği karanlık ve belirsizdir. Belirsizlik ise sadece muhalifler açısından değil iktidar açısından da tehlikedir, hatta asıl olarak iktidar için daha büyük tehlikedir. Ve galiba KCK’nin "Erdoğan’ı siyasi olarak bitirme" hesabı da esas olarak buna dayanmaktadır. 7 Haziran'da barışçı ve demokratik yollardan AKP iktidarına son veren Kürt hareketi, bu seçimin sonuçları tanınmayınca bu kez savaş yoluyla AKP iktidarına son vereceğini ilan ederken belki de söylediği ve öngördüğü buydu…
Demokrasi koalisyonu
90'lı yıllar nasıl bir darbe ile sona ererken siyasal sistemi ayakta tutan hemen bütün unsurlar tasfiye olmuş ve ülkenin önünde yeni bir dönem açılmışsa bugün de benzer bir eşikte olduğumuz söylenebilir; yani AKP vaat ettiği "Yeni Türkiye"nin tam tersine bizi "eski Türkiye"ye, yirmi yıl geriye götürünce daha da ağırlaşmış ve büyümüş sorunlarıyla ülke yeniden bir dönüm noktasına, bir siyasi kavşağa geldi. İbret alınmadığı için tarih tekerrür ediyor! Özellikle de çözemediği ve mıncıklarken daha da büyüttüğü Kürt sorunu dolayısıyla dönüp dolaşıp aynı yere gelen Türkiye'de siyasal sistem yeniden düzenlenecek; ya Erdoğan'ın öngördüğü gibi "başkanlık sistemi" temelinde bir tek adam rejimi, ya da daha demokratik, daha özgürlükçü bir rejim... Tek adam rejiminin sahibi ve öznesi ortada da, demokratik seçeneğin öznesi zayıf ve dağınık, geniş bir "demokrasi koalisyonu" henüz ortada yok... Ortaya çıkabilir mi? Evet, çıkabilir ama kolay görünmüyor.
Belki de Mevlana'nın diyalektik deyişini hatırlamak gerekir: Gecenin en karanlık anı şafağın sökmesinden hemen önceki andır... Belki de henüz o an'a gelmedik... 90'ların sonunda henüz ortada olmayan AKP'nin, 2001 yazında kurulup, 2002 sonbaharında iktidara gelivermesi "demokrasi koalisyonu" için "ibret" olabilirse Türkiye'nin önünde yeni bir ufuk açılması da mümkün olacaktır... (SÖ/HK)