"Önce benim oğlumun kâtilini ortaya çıkar!" Fehriye Yıldırım
Devletin kendi mâkûl Kürdünü yaratmak için epeydir uğraştığı biliniyor. Ancak iktidarın,ısrar edilmesi zaten iyice anlamsız bir hâl almış olan özünde alabildiğine basit meselelerde bir iki geri adım atarak Kürdü kazanamayacağı da açık bir biçimde artık görünmüş olmalı.
Şartlar, gelişmeler farklı olsa ve hükümet aynı/akraba konularda zıt tavırlar içine girmede inatçı olmasa belki devlet ile Kürt halkı arasında gerçekçi bir yumuşama gelişebilirdi ama vaziyet buyken, yani çelişik göstergeler meziyet diye bellenmişken bu olamıyor.
Barzani, Şivan Perwer ve Tatlıses üçlüsünün Diyarbakır ziyaretini televizyondan izlerken ruhumuzda yükselen rahatsızlık ve sinirin baş sebebebi de gördüklerimizin algımıza vurduğu plastik tattı. İzlediklerimiz kötü oynanmışlığı tartışmasız bir tiyatro olarak nitelendirilebilir.
Üçlü Ziyaret ve Anlam Örgüsü
Adına "çözüm süreci" denilen dönem devam ediyor ancak bunun somut ve tutarlı sonuçlarını henüz göremediğimiz aşikâr. Yani haftada iki saat seçmeli dersin yahut parasını basıp kendi anadilinde ders alabilme özgürlüğünün Kürt halkına ve onun bunca yıllık mücadelesine kâfi gelemeyeceği, Kürtlerden beklenen bir tür "tamah" ise eğer bunun da başka türlü bir saldırı anlamına geldiği açıkça anlaşılmalı.
Abdullah Öcalan'la yapılan görüşmelerin, bunların açıkça ve bizzat Kürt halkının seçtiği vekiller aracılığıyla da yapılabiliyor oluşunun elbette ki hareketin bilinçlerde yaratabildiği meşruiyet sıçramasına binaen mühim anlamları vardır.
Fakat bu görüşmeler sırf "demokrat görünürüz" kaygılarıyla yaptırılıyorsa bu aşamanın çıkacağı yerde bir geri dönüşü de görebiliriz. Roboski'de parçalanan cesetlerin hesabı sorulamıyorken, Medeni'nin [Yıldırım] kanı yere düşmüşken, kitlesel KCK davaları ve yükselen kalekollar ortadayken, Erdoğan milliyetçi ve hamasi dozu sık sık yükselen bir retoriğe sık sık sarılma ihtiyacı duruyorken, hükümetin samimiyetten söz etmesi ve dürüstlük sınavında da PKK'yi mahkum etmeye çabalaması sevimsiz kaçıyor.
Suriye'de iç gerilimin başladığı günden beri Esad'ı devirip, coğrafyada at oynatma rüyaları gören ve muradına erme yolunda yeryüzünün gördüğü en gerici ve vahşi yapılanmalara kol kanat germeden, topraklarını üs yapmaya, her tür desteği sunmaktan sakınmayan iktidar için oradaki problem de çok denklemlidir ve bu denklemin bir ayağı da Türkiye'deki Kürt meselesidir.
Türk devleti adına söz konusu sıkıntılardan en önemlisi ise Rojava'da bir Kürt yönetiminin de facto bir biçimde oluşabilmiş olması ve daha da "korkuncu" bu yeni Kürdi egemenliğe artık asırlık onca tahkirden sonra eninde sonunda gerçekliği sineye çekilebilmiş olan Kürdistan Demokrat Partisi'nin (PDK) değil de Demokratik Birlik Partisi'nin (PYD) önderlik etmesi.
PDK ve PYD arasındaki farklar oldukça derin. Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ve PKK ile birlikte Kürdistan'ın en önemli üç hareketinden biri olan Barzani'nin PDK'si temelinde bir aşirete, bir bölgeye -ağırlıklı olarak Güney Kürdistan'ın kuzeyi- dayanan geleneksel ve gelenekçi ve oldukça köklü, fikriyatında az çok muhafazakâr beslenme kaynakları olan, liberal eğilimli bir parti.
PKK ise kurucu önderlerini Türkiye solu içinde faaliyet yürüten ve orayla bağını her zaman bir biçimde sürdüren eylemci Kürt gençlerinden kazanmış, Kürdistan kurtuluş mücadelesi tarihi göz önünde tutulduğunda son derece genç sayılabilecek, geleneksel dini muhafazakarlıktan ve Kürt aşiretçiliğinden tamamen azade laisist, cinsiyet özgürlükçü/eşitlikçi davranan ve Marksist-Leninist kaynakları, yönelimleri olan bir örgüt.
PDK, karizmatik ve varsıl bir önderlikle yürüyor, PKK ise yine karizmatik ama yoksulluktan gelen bir önderliğe sahip. İki partide de "tek adam" var, fakat Abdullah Öcalan için destekçileri nezdinde bir "tanrısallık", "dokunulmazlık", "ulu önderlik" kimliği de söz konusu, yani Öcalan moral anlamında Barzani'ye göre daha güçlü bir önder.
PKK fakir köylü ve işçilerin ordusu konumundayken ve özellikle askeri kanadında bariz görünürlüğü olan sınıfsal kimliğiyle gayr-ı Kürt unsurları kısıtlı da olsa örgütleyip, etrafında toparlayabilirken, PDK bütünüyle Kürdi bir çerçeve arz ediyor ve ezilen sınıf ve katmanlara hiçbir şey vaat etmiyor.
Bu PKK'nin milliyetçi ya da milliyetçi yönelimleri güçlü olan bir örgüt olmadığı anlamına gelmese de iki bölüğün milliyetçilikleri arasında çok önemli ton farklılıkları söz konusu. Pragmatist çıkış ve arayışlar bilhassa '90'lardan itibaren PKK'de de yoğun biçimde görülse de, PKK'nin faydacılığı geleneksel Kürt siyasetini aynen sürdüren PDK'ninkiyle karşılaştırılabilir boyutta değil.
Zira PDK'nin karakter belirleyeni amaca giden yolda her türlü kirli güçle -emperyalizm, yerel faşist egemen devletler- çekinmeden ittifak edebilmeyi şifreler. Bugün Amed'de izlenen de bu kanıksanmış politik düşkünlüğün bir örnek halkasıdır.
İki büyük örgütü birleştiren en önemli ortak noktanınsa her ikisinin de Kürdistan'ın dört parçası başta olmak üzere tüm Kürtler içinde örgütlü yapılar olmaları ve bunu varlıklarının ana bileşenlerinden biri olarak görüyor olmaları olduğunu -başka Kürt örgütlerine, farz-ı misal YNK'ye ya da Komala'ya baktığımızda böyle bir durumu göremeyiz- söyleyerek bu PKK-PDK mukayesesini uzatmadan bitirelim.
Yaşananların anlamı ne?
Erdoğan bir hamle yapmalıydı, çünkü ayağının altındaki toprak Kürdistan özelinde kayıyordu. PKK-PYD'nin Rojava'da çok önemli bir mevzi kazanması, üstelik söz konusu örgütün laisist-ilerici karakteriyle coğrafyadaki şeriatçılara karşı etkin bir mücadele veriyor oluşu ve yönetimin ulusal ile politik kesimlerin temsil edildiği demokratik bir "kanton" sistemine göre kurgulanması da Batı kamuoyunda PYD'ye yüksek puanlar kazandırdı.
Bu T.C ve Barzani'nin "kader ortaklığı"nı zorunlulaştırdı ve kaderdaşlık rahminden de yol arkadaşlığı doğdu. Yani PYD'nin topladığı puanlarla Hewler'den (Erbil) Ankara'ya yol olmuştur, bu işin tercüme-i ahvâli bu olur.
Barzani'nin Diyarbakır'a gelmeden çok kısa bir süre önce PYD'yi küçümseyen ve yeren açıklamalar yapması aslında durum için oldukça açıklayıcı. Erdoğan'ın da, Barzani'nin de kendilerinden/"akrabaları" olandan başka bir siyasi figürü, hem de en büyük güç olarak, periferlerindeki coğrafyada görme hususundaki tahammülsüzlükleri iki gücü birleştirdi, Erbil ve Ankara arasındaki zaruri köprüyü kurdu.
Barzani Erdoğan'a desteğini göstermek için kalkıp Diyarbakır'a gelirken, Erdoğan da Diyarbakır'daki şovunda Kürtçeye ve Kürdiliğe hiç olmadığı kadar ve pornografik bir üslûpla abanmak zorunda kaldı.
Hatta arada "Kürdistan" bile dedi -vay be!-. Bu "Kürdistan" diyebilmiş olma mevzuu da bizim daha meselenin neresinde olduğumuzun en trajikomik ve açık göstereni olmalı. Keza ne beğenmediğimiz İran, Irak, Suriye'de "Kürdistan" diyebilme sorunu var; ne de İspanya'da "Bask Ülkesi", Britanya'da "İskoçya", "İrlanda", Rusya'da "Çeçenistan", Gürcistan'da "Abhazya", "Osetya" deme gibi bir problem ...
Etnik sorunlar içinde var olan etnik grubun var olduğunu henüz kabul etmiş olmak ve bir coğrafya/ülke adının varlığını hiçbir biçimde kabul etmemek bize özgü bir şey.
Ve görüyoruz ki, ülkemizde "barış" kelimesi devletin ağzında "savaş" demenin yeni şekli oldu artık, ki zaten bu kelime liberallerin lügatlerinde kullandığı biçimiyle çoktan iğdiş edilmiş ve devrimcilerin kullanmaktan imtina eder hâle geldiği bir sözcüktü. Şimdi "kelimelerin ideolojik âlemi"nde gelinen nokta daha da vahim.
Hükümet "barış"ı ağzından düşürmüyor ama bir yandan da barışacağı kesimi küçümsemekten, yok saymaktan, ona saldırmaktan ve tehditler yağdırmaktan geri durmuyor. Barzani ve Şivan'ın gelmesiyle ilgili yapılan "tarihi gün" imli televizyon programlarını takip etmişsinizdir. Görünen, programlara Kürtler adına davet edilenlerin hep Barzanici, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) taraftarı yahut burjuva Kürtler oluşu. PKK-BDP çizgisi muhatabı olduğu tartışmanın içinde yok.
Yaşanan tarihi bir gündü evet. Barzani sınırda ve Diyarbakır'da Kürdistan ve PDK bayraklarıyla, "Biji Serok Barzani" sloganlarıyla karşılandı. Erdoğan yanına tüm Kürtler için önemli semboller olan Barzani'yi ve Şivan Perwer'i alarak önüne hedef olarak koyduğu Diyarbakır'da bir gövde gösterisi yaptı. Hamaset, yapaylık, riyakârlık ve güncel hesaplar kol kola girdi.
Diyarbakır'a getirilen Barzani'nin Kürt halkı nezdinde karizmatik ya da son günlerin moda deyimiyle "özgül" bir ağırlığı vardır ama bu Güney Kürtleri dışında, PKK'nin yükselişiyle sembolik/duygusal bir yakınlığa dönüşmüştür büyük ölçüde. Ayrıca Barzani'nin Rojava'ya yaklaşımı da Kürt halkının hacimlice bir kümesinde bir antipati ve tepki de yaratmıştır.
Bir de Kuzey Kürtlerinin algısının arka plânında bir "bırakuji" (kardeş kavgası. '90'ların başındaki PDK-PKK çatışmaları) de vardır. Buradan bakıldığında Erdoğan'ın Barzani ve Şivan'ı etkili hamle taşları diye kullanıp Diyarbakır'ı zapt etme hülyasının boşa düşeceği açık.
Burada net olan bir başka şey de Öcalan'ın etkisinin -sadece Kuzey'de değil Güney hariç tüm Kürdistan'da- Barzani'ye göre daha yüksek olması. Barzani'nin Rojava gündeminde Kürt halkının değil de dış emperyalist ve gerici güçlerle kendinin çıkarlarını öne çıkaran tutumu da Öcalan ve PKK'ye karşı sempatiyi artırıyor şüphesiz.
Şivan Perwer'in Erdoğan gibi bir figürle omuz omuza gelebilerek verdiği fotoğraf ise Barzani'ninkiyle kıyaslarsak Kürt halkı adına çok çok daha acı ve utanç verici ne yazık ki. O bağlamayı eline aldığı ve efsunlu sesini Kürt özgürleşme mücadelesine çığlık ettiği günden beri her Kürdün kalbinde yüksek ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Ki bu yeri '90'ların başından itibaren PKK'yle yaşadığı sorunlar bile tam olarak sarsamamıştı.
Ama bugün... Düştüğü durum sesine ve konsantrasyonuna bile yansımış, sahnede epey kötü bir performans sergilemiştir. İbrahim Tatlıses gibi güçlü bir sesin şaşılacak biçimde detone olmasını elbette ki uğradığı silâhlı saldırıya bağladık da peki Şivan'ın hâlini nereye koyacağız?
Bu can sıkıcı ve kulaklara eziyet performans yetmezmişçesine Şivan'ın edebiyat bile parçalayamayıp, Kürdistan'ın sömürge durumundan girip Erdoğan ve Barzani güzellemesine alakâ gözetmeksizin bağladığı doğaçlama "şiir"i de resme eklediğimizde tablo netleşiyor.
Şivan'ın durumu bir tecahül-ü âriftir yalnız. O nerede olduğunun, kendini nereye yerleştirdiğinin açıkça farkındadır. Çekingenliği, tutukluğu yıllar sonra Amed'e kavuşmasından değil memleketine bu şekilde dönmesindendir.
Tatlıses için bir şeyler söylemeye bile gerek yok aslında. Onu yalnızca Erdoğan'ın popülist Diyarbakır çıkışının amacı özetleyen bir sembol kişisi olarak görebiliriz.
Tatlıses, Türkteki Kürttür kısaca, "kıro", kadın döven, konuşmayı bile beceremeyen, devletine, egemenlere sâdık, Kürt için söz söylemeyen, kötü Türkçesi ve ölçüsüz hareketlerine şapşalca bir "sevimliliğe" sâhip, cahil, mafyatik bir Kürt... Sesi güzeldir, şarkılarının bir kısmı Kürt ezgi ve söz varlığından... Üstelik bazısı da Şivan'dan ve ulusal şarkılardan. Onun Kürt ulusal hareketiyle "ilişki"si bestelerini zimmetine geçirip, üzerine Türkçe sözler yazdığı birkaç şarkıdan ibarettir. Bazı şarkıları çok iyidir -mesela her iki Yalan şarkısı da benim "Kanser FM top 10"umda başa oynuyor-, sesi dehşet bir muazzamlıktadır ama Tatlıses altı üstü bol paralı, arabesk-popçudur... Bizi bu fotoğrafta üzen, Kürt halkının çoğunu ise yaralayan Şivan olmuştur.
Ama Diyarbakır gerçekliğinin bağlamı bu fotoğrafta değil Fehriye Yıldırım'da şifrelenmiştir. Orada devletle oluşan yüz yıllık fay hattı bu annenin feryadı ve isyanında depreşip, yarılıyor.
Burada üzücü ve düşündürücü olan annenin o gün oradaki feveranı ve teşhirinde yalnız bırakılmış olması, sessiz kalınmasıdır. Zaten yaşanan "tarihi gün" Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) içindeki eğilim farklılıklarını da bazı parti sorumluları özelinde de gösterdi.
Mâlum Kürt yurtsever hareketi geniş ve heterojen bir harekettir, o bileşenlerden biri olan farklı sınıfsal ve siyasal gerçeklikleri olan kesimin gerçekliği de bu buluşmada yeterince net bir biçimde açığa çıkmış oldu.
Bölgede AKP'nin truva atlığına soyunan Hizbullah'ı bir kenarda tutarsak eğer PKK dışında bir Kürt siyasi hareketi cılız PSK (Hak-Par) ve PDK (KADEP) dışında kalmamıştır, elbette bunun müsebbibi sert fiziksel tasfiye politikalarını da içeren "Kürdistan'da tek kalma" anlayışıyla bizzat PKK'dir -Kürdistan'da aynı program sebebiyle Dersim dışında zaten zayıf olan Türkiye solundan da örgüt kalmamıştır, kaldı ki TİKKO, TDKP ve Dev-Sol Dersim'de de PKK'yle çatışmaya varan büyük sorunlar yaşadı-.
Yurtsever hareketin hem bu realitesi; hem de ulusal bir hareket olması sebebiyle içinde en soldan, en sağa çeşitli yaklaşımları barındırması normaldir. Fakat PKK'nin "merkezi fikri"nin de Amed'in gördüğü en büyük görsel, işitsel ve duygusal zulümlerden birine göstermelik bir iki pankart dışında neredeyse sessiz kalması, hatta bazı bazı buna hayırhah yaklaşabilmesi kafa kurcalamakta. Zira AKP'nin yine kötü kotardığı bu tiyatrodan, üstelik aynı gün Qamışlo sınırında üç Kürt katledilmişken umut devşirme mümkün görünmemekte bizce.
Barış şüphesiz güzel kokan bir söz. Vâki, Kürt halkının özlediği de rahat bir nefes alabilmek. Ayrıca bizim sıcak savaşın içinde olan dostlarımızın devletle barışma çabalarını -akıl vermeden- eleştirebilme hakkımızı saklı tutmakla birlikte ölçmeden, tartmadan mahkûm edebilme gibi bir hakkımız da yok.
Fakat barış kelimesinin içinin bu denli teslimiyet ve hiçleşmeyle doldurulduğu, AKP'nin, hükümetin, yeni cumhuriyetin başı olan Erdoğan'ın adının önüne "diktatör" sıfatının dünyada bu kadar çok yakıştırılmaya başlandığı ve "çözüm süreci"nin devlet nezdinde inşallah, maşallah konseptinden öteye gidemediği konjonktürde Kürt halkının önderleri çok büyük ve karmaşık bir yükün altına girmiş oluyorlar. Sonunda ne olacağı ve nereye varılacağı hiç belli olmayan taşınması zorlu bir yük.
Süreç çok kırılgan. Hükümet sinir bozucu. "Tarihi gün" negatif bir gösterge. Şivan'ın şarkısı "serhildan jiyan e"den (başkaldırı yaşamdır) "serhildan ziyan e"ye (başkaldırı zarardır) evrilmiş.
Üstelik tüm bunlar yetmezmişçesine, sanki geçen hafta ölmüş, sürgündeki yönlendirilmiş ölümüne dair yıllardır hesap sormaya dâir herhangi bir adım atılmamış gibi, başka bir sembolün, Ahmet Kaya'nın adı da, "kininin sâhibi" bir ağıza hissiyat sömürmek için malzeme oluvermiş.
Ne diyelim Amed.
"Yaralıyız yerde kalan sazı kadar"...(İGY/HK)