Çocukken kabul ettiğim doğrulardan birisi "insan yaşarken mutlaka bir 'eser' yaratmalı" düşüncesiydi. Bu "eser" her şey olabilirdi. "Her şey"in içinde, "hiç" noktasının bir öncesinde ise bir "kitap" yazmanın geldiğini düşünürdüm.
"Bir insan dünyaya hiçbir şey bırakamazsa en azından bir 'kitap' yazmalı" derdim kendi kendime. Çünkü yazının "kalıcı" olduğu öğrenmiştim ve benimsediğim, inandığım bir başka "doğru" idi.
Eskiden yazı "ak"ı bile tam olmayan "kağıt"lara, nadiren "mürekkepli", sıklıkla ya kurşun kalemle ya da "sabit kalem"le yazılıyordu. Yani bilgisayarda yazılmıyordu; bu nedenle bilgisayarın azizliği, programın "bug"ı, kazaen ya da "delete" tuşuna basılarak yok edilemiyordu. O duruyordu. O kadar ki, yazı yazılabilen her şeyin "boş yerleri" yazmak için bir olanaktı.
Eski kitapların, kuranların, gazete ve dergilerin, kesekağıtlarının, sigara kağıtlarının üzerine kalemin iz bırakabildiği her türlü kağıt yazılabilir bir ortamdı. Değerli, önemli hatta çoğu zaman "kutsal"dı.
Herhangi bir yere konulmuş yazıların notların benim için de çok büyük önem ve değeri vardı. Yazmayı öğrendikten ve bir şeyler yapmaya başladıktan sonra, bulunduğum her yerde, her durumda, her konuda, her türde yazdım. Yazdıklarımın çoğunu saklayamadım. Ama hep yazmanın "doğru" olduğunu düşündüm.
Bu nedenledir ki yazanları sevdim, dostum arkadaşım saydım, yazdıklarını okudum, yazdıklarımı paylaşmaya çalıştım.
Sonrasında bu bazılarına göre "takıntı" haline geldi ve yazmanın "yaşamak" olduğunu anladım. Daha da ileri gittim; başkaları da dedi mi bilmem ama benim için "yazmak" aynı zamanda "yaşatmak"oldu.
Yaşarken yaşatmak...
Yaşarken, aynı zamanda yaşatmalıyız. Kendi dışımızdakilerin de "yaşamalarına katkıda bulunmalıyız"
Yaşadığımız coğrafya, ortamlarımız ve mekanlarımız üzerine yazılan bir şeylerin olması, oraların bir sürekliliği olduğunu göstermesi, oralarda yaşandığının, dolayısıyla oralarının yaşadığını ortaya koyması bakımından benim için hep önemli oldu. Bir başka gerçek: "Yazılanlar, ancak onlar okunduğunda varlıklarını sürdürebilir."
Bir kitabı yazanından ve basımı sırasında çalışanlar dışında kimse okumaması sanırım bir yazan için çok büyük bir acıdır. Ama hiç kimsenin birileri yazdıklarımı okuyacak diye yazdığını sanmıyorum. Herkes aynı zamanda ve sıklıkla kendisi için yazar. Kendi yaşadığını anlatmak için yazar.
Gittiğim, gezdiğim, gördüğüm yerlerde oralara dair yazılı bir şeyler olup olmadığın araştırmak, bulmak, okumak da önemli işlerimden birisi oldu.
Bu sırada bir gerçekle daha yüz yüze geldim: Gördüklerim, yaşadıklarım aslında bizim "kim ve ne" olduğumuzu da ortaya koyan çok önemli bir sosyolojik tutumu yansıtıyordu: "Biz yazılı bir kültüre sahip, yazan bir toplum değiliz. Biz sözlü kültürün yaşayan bir toplumuz."
Sözlü kültür ise en azından insanların birbirleriyle bir arada, birlikte olmasını gerektirir. Her geçen gün birbirimizle aramızdaki uzaklığın açılması, o sözlü kültürün de kaybolması tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor sıklıkla bana.
Bu nedenledir ki, yaşadığımız yerlerin, mekanların, ortamların çoğuna dair böyle yazılı kaynaklar ne yazık ki yok.
Şimdi sayısı 81'e çıkan il, sayıları neredeyse bine yaklaşan ilçe, bir zamanlar sayısı 40 binlere ulaşan köy, binlerce antik yaşam alanı, dağlar, nehirler, doğanın bize sunduğu güzellikler, insan eliyle yaratılmış, izleri bugüne kalan ve kalmayan eserlerin ancak çok azı bu tür onları sonraki kuşaklara anlatan, geleceğe bırakan gerçek "kaynak"lara sahip değil.
On binlerce yıldır yaşamın sürdüğü bu coğrafyada, burada yaşayan çok farklı insan topluluklarının binlerce yıllık yaşamlarında ve o yaşamlarında "kültür" dediğimiz ve aslında insanı var eden üretimlerine, yaptıklarına dair kayıtlar da ne yazık ki yok denecek kadar az.
Şükran borcu
Bunları ararken bazı yerlerde "kamu otorite"lerinin kendi ürettiği "resmi" metinler, kitaplar, belgeler dokümanlar buldum. Bunların "doğrulukları" hep tartışılır oldu benim için. Orada yazanlardan çok yazmadıklarını aramaya çalıştım.
Dönem yine değişti ve "gezip tozma"nın adına "turizm" denmesi ve bunun "gelir getirici bir faaliyet olduğunun" keşfedilmesinden sonra bu kez de "ticari amaçlı, derinliği olmayan, bir reklam ya da tanıtım broşürü" niteliğinde genel yayınlarla karşılaşır oldum. Onların içindeki küçük cümleler ya da cümle parçacıklarında oraları, oralarda yaşananları ve insanları anlamaya çalıştım.
Gittiğim yerlerde varsa yerel kütüphanelerde eskiden kalan bu tür kitapları arar oldum. Çok azdı bulduklarım. Ama eğer bulmuşsam inanılmaz güzel ve değerliydiler.
Çünkü eskiden herhangi bir kitabın hazırlanması ve basılması büyük maliyetler gerektiriyordu. Çok az insan bunları yapabiliyordu. Bu tür işlere meraklı insanların ise genellikle maddi kaynakları yoktu. Çok satmayacağı bilindiği için de ticari yayın kuruluşları bunları basmıyordu.
Geriye kafasını bu işlere "takmış" birkaç insan kalıyordu. Onlar bin bir zorlukla bu tür kitapların yayınlanmasını bizlere ulaşmasını sağladılar. Onlara şükran borcumuz var. Şimdilerde, gezmediğim zamanlarda da yerlere, mekanlara dair yazılanları izlemeyi bir tür gönüllü bir etkinlik olarak görüyorum. Doğrusu onlar da beni bir şekilde buluyor.
Ve Hilar
Belki de bir sosyolojik araştırmaya konu olması gereken "Diyarbakırlılar" tarafından oluşturulmuş ve beş binin üzerinde insanın katılıp izlediği, hergün birbirinden güzel 25 mesajın yollandığı, çok güzel paylaşımlar yanında, bölgeye ve insana dair bilginin öğrenildiği, benzeri olmayan bir "demokrasi denemesinin" yaşandığı "Diyarbakır iletişim listesinde" tanıdığım, sonrasında bir fırsat bulup tanıştığım Sevgili Müslüm Üzülmez'in "Hilar" kitabından bu nedenle haberdar oldum.
İlk sayfalarından itibaren insanı içine çeken bu kitapta Diyarbakır'ın Ergani ilçesinin yakınlarındaki "onbin yıllık" tarihe sahip Çayönü'nün de içinde yer aldığı bugün ayakta durmaya çalışan ve Müslüm Üzülmez'in doğduğu, yaşadığı "Hilar" köyünün öyküsünü okudum.
Üzülmez Hilar'ı anlatırken, hem bir tarih bilinci ve yaklaşımı getirmeye, hem de insanın sahip olması gereken bir tutumu ortaya koymaya çalışıyor:
"Devir, devran ve zaman içinde, Hilar'dan bir çok medeniyet geçti. Bu medeniyetlerin izlerini bulup çıkarma, onları gün yüzüne taşıma görevi önümüzde duruyor. Unutmayalım: Belgesiz ve tanıksız tarih, belleksiz insan benzer."
Değil binlerce yıllık tarihi geçmiş, kendi kişisel tarihimiz başta olmak üzere, yakınımızda, yaşadığımız çevrede ve yaşadığımız dönemde olanların ne kadarını belleğimize, ondan da daha önemlisi ne kadarını yazılı olarak bir yerlere kaydedip muhafaza ediyoruz?
Elektronik ortam çıktıktan sonra onunla ilişkimiz oranında bıraktığımız izler dışında, eğer onlar herhangi bir şekilde manipülasyon amacıyla kullanılmaz ya da yok edilmezse geleceğe ne bırakacağız?
Varlığımızdan, yaşadığımızdan, yaşadıklarımızdan kimlerin nasıl haberi olacak? İşte o nedenle "yazmak hem yaşamak, hem de yaşatmak" benim için.
Demokratik tarih
Sevgili Üzülmez'in yine kitabın hemen başında ortaya koyup vurguladığı bir gerçek daha var tartışmak istediğim:
Üzülmez "... unutmamamız gereken, tarihin çoğu kez tek taraflı bir tutanak olduğu ve bu tek taraflı tutanağın bizlere doğruymuş gibi sunulduğudur. Bilinen gerçektir; çoğu kez iki kültür karşılaştığında veya çarpıştığında ya da savaştığında, kaybeden silinir, kenara itilir. Bu nedenle tarih kitaplarını daima ve güçlü olan yazar; kaybedenler ise ancak tarih kitaplarına dipnot olur. Bu anlamda, tarih dipnotlarda gzlidir, saklıdır diyebiliriz. Resmi ideoloji'nin veya egemen anlayışın dışında tarihi yazacak olanlar, tarihe düşülen bu dipnotlarını çok iyi okumalıdırlar" diyor. İnsanın bir görevi de bence bu noktada.
Tarihin dipnotlarını yazmak, yaşamı o dipnotların ötesine taşımak. Egemene tabi olan, onun belirlediği ve üzerinde oynadığı "nesne" olmaktan çıkıp, bazen kaybetse de aslında hep "özne" olduğunu, tarihi aslında kendisinin yaptığını ve şimdi artık "tarihi yazmak" istediğini ortaya koymaktır.
İşte bu tür kitapların bence temel işlevlerinden birisi de budur. Gerçeğin farklı yüzlerini içeren bir tarihi, onun içindeki yaşanmışlıkları ortaya koymak, belgelemek ve sonraya bırakmak.
Üzülmez'in "Hilar"ı bunu da büyük oranda başaran bir kitap. Onun içinde orayla, orada da yaşanan değişik dönemlerde yaşananlar, yaşayanların kültürel yönden temel özellikleri çok sayıda bilimsel kaynaktan alıntılanan ve karşılaştırılarak doğrulanan bilgilerle ortaya konuluyor.
Hilar Köyü hakkında verilen bilgilerle başlayan kitapta, köyün adının kökeni ve anlamı, tarihi, burada hüküm süren uygarlıklar, onların bıraktıkları yapıtlar, "Çayönü kültürü" hakkında beslenme, yaşama ortamları, insan ilişkileri, aile yapıları, inanç sistemleri, kullandıkları araç ve gereçler, toplumsal yaşam, mülkiyet ilişkileri, üretim faaliyetleri, sanatsal ve kültürel kalıtları hoş biçimde, kolay okunur bir sunuşla anlatılıyor.
Kitabın sonunda ise iki belge var. Bunlardan birisi Ellsworth Huntington'un yazdığı "Küçük Asya, Hilar'daki Hitit Kalıntıları" adlı makale ile Şerafettin Güreli'nin "Zağros Yöresinde Değiştirilen Tarihi Yer İsimleri" başlıklı çalışması.
"Sesveren pınar"
Şimdiki adı "Sesveren Pınar" olan "Hilar"la ilgili bu kitabı okuyun, sonrasında da kendi "Hilar"ınızı yazmaya niyetlenin. Hilar'lıların kabul etmediği bu isim belki de bir gerçekliğe karşılık gelsin. Hilar başka yerler için bir "Sesveren Pınar" olsun.
Kendiniz için, yaşamanız ve yaşatmanız için.
Başka bir şey için değil!...(MS/EÖ)
* Bin Yıllık Tarihin Tanığı Hilar, Müslüm Üzülmez, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2009, 160 Sayfa