Türkiye seçim olgusu ile Tanzimat döneminin hemen başında tanışmıştır. Yerel nitelikteki Muhassıl/Memleket seçimleri ilk doğrudan demokrasi uygulaması örneklerindendir. İlk genel seçimler ise 1876 yılı sonunda başlamış, 1877 baharında tamamlanmıştır. İkinci genel seçimler de yine 1877 sonbaharında yapılmıştır. Yaklaşık 31 yıllık aradan sonra üçüncü genel seçimler 1908 yılında yapılmış, bunu 1912, 1914 ve 1919 seçimleri izlemiştir. Böylece 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM’ne kadar Osmanlı Döneminde toplam 6 genel seçim yaşanmıştır.
Türkiye’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın en temel özelliklerinden biri, hiç kuşkusuz, bir varolma mücadelesinin verildiği sırada Ankara’da seçime ve temsile dayalı bir parlamento açılmasıdır. Dünya tarihinde eşine az rastlanır bir şekilde iki farklı seçimle gelen temsilcilerden oluşan TBMM en zor günlerde bile açık kalmış, Kurtuluş Savaşı; askeri, siyasi ve diplomatik mücadele TBMM aracılığı ile yürütülmüştür.
Osmanlı döneminde Tanzimat ile başlayan, siyasal hayat ve kültürün bir parçası haline gelen seçim ve parlamento, 30 yıllık otoriter II. Abdülhamid dönemi parantezinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tarafından kutsanan kurumlar haline gelmiştir. İTC’nin başlıca siyasal amaçlarından biri Kanurı-ı Esasi’yi yani anayasayı yeniden yürürlüğe koymak, diğeri ise parlamentonun tekrar açılmasını sağlamaktır.
İTC, II. Meşrutiyet döneminde, her ne kadar yeni bir otoriter rejim kurarak, ilk tek-partili meşrutiyet deneyiminin yaşanmasına sebep olduysa da, ders kitaplarına kadar girecek şekilde, meşrutiyetin, seçimin, anayasanın ve parlamentonun siyasal kültürün bir parçası olarak yerleşmesine de gayret etmiştir. Ancak İTC kendi meşruluğunu ve otoritesini seçim, temsil ve parlamento aracılığı ile sağlamaya çalışırken baskıcı yöntemleri kullanmaktan da çekinmemiştir.
Sanırız Türkiye tarihinin varolma bağlamında en kritik evresi 1918-1922 yıllarıdır. Tarihte siyasal açıdan bu dönem kadar kritik bir başka evrenin olduğunu söylemek güçtür. Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesini öngören ilk anlaşma olan Mondros Mütarekesi dönem Osmanlı insanında tarifi güç bir umutsuzluk duygusu yaratmıştır. İşgallerin başlamasıyla birlikte ortaya çıkan örgütlenme refleksinin, seçime, temsile ve göreli bir demokrasiye dayalı olması ise yine ender rastlanacak bir özelliktir.
Bu birkaç bakımdan önemlidir. Birincisi yerel cemiyetlerin/örgütlerin büyük bir çoğunluğu, kendi bölgelerinde siyasal temsile, seçime ve ortak karar almaya dayalı örgütlenmeler gerçekleştirmişlerdir. Merkezi siyasal iktidar ve otoritenin teslimiyetçi bir politika izlediği, daha doğru bir ifade ile siyasal bir kaos, iktidar/otorite boşluğu yaşandığı bir sırada yerel düzeyde yaşanan örgütlenmeler siyasal kültürün kendiliğindenliği açısından ciddi olarak üzerinde durulması gereken örneklerdir. Başta işgal bölgelerinde olmak üzere ortaya çıkan 40’a yakın yerel kongrenin (örgütlenmelerin) varlığı, hem Kurtuluş Savaşı’nın hem de Cumhuriyet’in ardındaki sivil toplumun ve birikimin ciddi bir göstergesidir. Bu dağınık yerel örgütlenmelerin Mustafa Kemal’in önderliğini yaptığı kadro tarafından ulusal bir amaç etrafında toplanması gayreti ikinci önemli aşamadır. Süreç boyunca temsil ve seçim kurumuna her düzeyde ve aşamada önem verilmiştir. Üçüncü olarak mücadelenin meşru bir zeminde yürütülmesi kaygısından kaynaklanan bir şekilde ilk önce 1919 yılında son Osmanlı Meclis-i Mebusan için seçim yapılması ve Meclis’in açılması için gayret gösterilmiştir. Seçimlerin yapılmasını başaran Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti mücadelesine son Osmanlı Meclisi içinde de devam etmiştir. Meclis’in işgalciler tarafından kapatılması ardından da mücadelenin yine meşru bir zeminde seçime ve temsile dayalı bir parlamento ile devamı için 23 Nisan 1920’de Ankara’da BMM’nin açılması sağlanmıştır.
Bu süreç, üzerinde önemle durulması gereken, ancak şimdiye kadar ihmal edilmiş olan bir sivil toplum birikimine ve siyasal kültüre işaret etmektedir. İzleyen yıllarda da seçimlerin düzenli olarak yapıldığı, CHP’nin meşruiyet kaynağı olarak gördüğü seçimleri oldukça önemsediği, hatta “kutsal” bir hale büründürdüğü görülecektir. Bu siyasal meşruiyet kaygısı ve devralınmış siyasal kültür birikimi nedeniyle tek-parti dönemi boyunca seçim yapılmaması da her halde düşünülemezdi.
Türkiye’de 1839’dan beri 1957 seçimleri dâhil çoğunluk sistemi uygulanmıştır. Ancak 1877-1943 arasında seçimler iki dereceli, 1946’dan günümüze kadar tek dereceli seçimlerdir. 1961’den 2002’ye kendi aralarında çeşitli farklılıklar göstermekle birlikte tek dereceli oransal (nispi) temsil sistemi uygulanmıştır. Yine Türkiye’de 1877’den 1943’e kadar (1943 seçimleri dâhil fakat 23 Nisan 1920’deki Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını sağlayan seçimler hariç), iki dereceli seçim sistemi uygulanmıştır.
Çok partili siyasal yaşama geçinceye kadar Türkiye’de yapılan genel seçimler dört yılda bir düzenli şekilde (1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943) ve iki dereceli olarak yapılmıştır. Seçim bölgeleri il olarak belirlenmiştir. Seçim dönemine girildiğinde önce, illerin çıkaracağı milletvekili sayısı ile ikinci seçmenlerin (müntehib-i sani) sayısı belirlenir ve seçmen listeleri düzenlenirdi.
CHP’nin il yönetim kurulları ise ikinci seçmen listesini hazırlardı. Birinci seçmenler, iki haftalık süre içinde ikinci seçmenleri seçerler ve seçilen bu ikinci seçmenler de milletvekili adaylarına oy verirlerdi. Milletvekili adayı olmak için ise istek Parti merkezine bildirilirdi. Başvurular, Parti Divanında değerlendirilerek milletvekili aday listeleri ikinci seçmenlerin tercihine sunulurdu. Seçimler genel oy hakkının öngördüğü ilke üzerine “gizli oy, açık tasnif’ olarak değil, “açık oy, gizli tasnif’ esasına göre yapılırdı.
Tek-parti dönemi boyunca da uygulanan iki dereceli seçim sisteminde, birinci seçmenler ikinci seçmenleri, ikinci seçmenler de milletvekillerini seçerler. İki dereceli seçim sistemi, genel oya duyulan güvensizliği yansıtır.
Genellikle halkın doğrudan milletvekili seçmesi için yeterli “olgunluğa” ulaşmadığı, dolayısıyla karar verirken hata yapabileceği düşünülür. Bu nedenle, önce genel oyla ikincil seçmenler seçilir. Ardından sayıları sınırlı ikinci seçmenler de milletvekillerini seçerler. Bu sistemin Türkiye’deki savunucuları birinci seçmenlerin milletvekillerini tanımadıkları için doğru tercih yapamayacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle birinci seçmenler, kendi çevrelerinde bildikleri, az çok tanıdıkları ikinci seçmenleri ve ikinci seçmenlerin de milletvekillerini seçmelerinin daha isabetli olacağını ileri sürmüşlerdir. Açıkça iki dereceli seçimleri, eğitim seviyesi düşük toplumların layık olduğu seçim sistemi olarak ifade etmişlerdir.
Türkiye’de Tek-parti Dönemi boyunca tek dereceli seçim sistemine sıcak bakılmadığı görülür. İki dereceli seçim sistemi Osmanlı döneminde de pek tartışılmamıştır.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla Osmanlı dönemi boyunca iki dereceli seçimlere itiraz 1919 seçimleri öncesinde sosyalistlerden gelmiştir. İlk kez tek dereceli, eşit, gizli oy hakkını ve nispi seçim sistemini öneren ve savunanlar son Osmanlı Mebusan Meclisini belirleyen 1919 seçim sürecinde sosyalistler olmuşlardır. Daha sonra BMM’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tartışılması sırasında iki dereceli seçim sisteminin değiştirilmesi de gündeme gelmiştir. Bazı mebuslar iki dereceli seçimlerin “milli hâkimiyetin tecellisine” olanak sağlamadığını açıkça belirtmişlerdir. Mecliste, Birinci Grup iki dereceli, İkinci Grup ise tek dereceli seçimleri savunmuşlardır. Encümen ve Meclis’te yapılan tartışmalarda tek dereceli seçim usulünün kabul edilmesi yönünde öneriler olmuş, ama reddedilmiştir.
Tek-parti dönemi, adı üzerinde yalnızca tek bir partinin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin faaliyette olduğu bir dönemdi. Klasik anlatımla, iki kez çok partili siyasal hayat denemesi olmuş, ama başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Tek-parti dönemi boyunca seçimlere siyasal kültür açısından özel bir önem verilmiş, yaygınlaştırılmaya, kurumlaştırılmaya çalışılmıştır. Hemen her seçimden sonra “Sandık Alayı” adı verilen bir tören düzenlenmiştir.
Seçim dönemlerinde oy sandıkları bayraklar, halılar, çiçek ve dallarla süsleniyor ve bir kamyonun kasasına konuyordu. Kamyon, otomobiller, milli kıyafetler giydirilmiş okul çocukları ile esnaf cemiyetleri ve büyük bir halk kitlesi eşliğinde yola çıkarılıyor, “Hâkimiyet Milletindir” gibi dövizler taşınıyor ve caddelerden geçirilerek vilayete götürülüyordu. Öğrenciler, oy verme sürecine sandık başında tanık olsunlar diye, sınıflar halinde okullardan alınarak oy verme yerlerine taşınıyordu. Seçim propagandasına, rejimi meşrulaştırmaya yönelik olduğu düşünülerek 1931 seçimlerinden itibaren önem verilmiştir.
Seçim dönemlerinde ulusal ve yerel basından da yararlanılmıştır. Sinemalarda kısa filmler gösteriliyor, radyodan konuşmalar yapılıyordu. “Halk hatip”leri meydanlarda “nutuk” atıyorlardı. Seçim dönemlerinde kentler süsleniyor, taklar kuruluyordu. Duvarlara propaganda afişleri yapıştırılıyor, caddelere bez afişler geriliyordu. Amaç seçimlerin bir şenlik havasında yaşanmasını sağlamak ve katılımı arttırmaktı.
1923 seçimleri İkinci Gurup olarak bilinen muhaliflerin tasfiye edilmesi, Birinci Gurup olarak bilinen Müdafaa-i Hukuk Gurubunun Halk Fırkası adıyla partileşmesine giden sürecin başlaması ve kadınların siyasal haklarının talebi açısından önemli gelişmelere sahne olmuştur. 1927 yılında da kadınların siyasal hakları geniş bir şekilde tartışılmış, bu konuda Kadınlar Birliği gerçekten övgüye değer faaliyetlerde bulunmuştur.
1931 seçimlerine damgasını vuran birinci olay Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendini feshetmesi sonrasındaki gergin siyasal ortamda yapılmasıdır. İkinci olarak yaşanan dünya ekonomik bunalımının Türkiye’de ciddi bir şekilde hissedilmeye başlamasıdır. Özellikle nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan köylülerin yaşadığı rahatsızlık ve rejime duyulan güvenin azalmaya başladığının açığa çıkmaya başlamasıyla, köylülerin güvenini sağlamaya yönelik girişimler başlayacaktır. Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir.” cümlesini yine bu sıralarda söylediğini ve 1931 seçimlerinde ilk kez çiftçi/köylü milletvekili adaylarının seçim listelerine alındığını zikretmek gerekir.
1935 seçimleri iki bakımdan önem taşır. Bunlardan biri siyasal haklarını elde etmiş kadınların ilk kez genel seçimlere katılmasıdır. İkincisi ise gayrimüslim azınlıklardan milletvekili seçilmesidir. Kadınlar ilk kez 1935 genel seçiminde oy kullanmışlardır. Türkiye’de oransal olarak en çok kadın milletvekili tek-parti döneminde seçilmiştir. Parlamentoda 1935 yılında 17, 1939’da 16 ve 1943 yılında TBMM’de 16 kadın milletvekili bulunmaktadır.
* Bu yazı Mehmet Ö. Alkan'ın "Prof. Dr. Bülent Tanör Armağanı" (Oğlak Yay. - 2006) adlı kitabında yayınlanan aynı adlı makalenin giriş bölümüdür.
Türkiye Seçim Tarihi Yazı Dizisi
Tanzimattan Tek-Parti Dönemine Seçimler Üzerine Notlar
Kampanyalar ve Seçimler-1/ 1920'den Bugüne Nasıl Seçtik/Seçemedik!
1950-1960: Demokrat Parti'nin Üç Seçimi
1961-1969: İki Darbe Arası Üç Seçim
1973-1977: İki Seçim ve "Milliyetçi Cephe"ler
1983-1987: Altı Yıl Sonra Sandık Başı