Türkiye’nin Avusturya ile arası uzun zamandır “nane” olmasına rağmen Osmanlı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun mazide ziyadesiyle anlaştığı dönemler de vardı.
İşte tam da o ahenkli zamanların birinde padişah Avusturya kilisesine Burgaz Adası’nda gayet geniş bir araziyi tahsis etmiş ve küçücük “Prens” adasının renkli demografisi daha da zenginleşmişti.
Kuledibi’ndeki Sankt Georg Avusturya Lisesi ve Hastanesi bir yana, Burgaz’da çamlarla süslü cennetvari mıntıkaya hızla uyum sağlayan Avusturyalılar kendilerini adeta İmparatorluğun şanlı limanı Trieste’nin coğrafyasında hissediyorlardı.
Hristos Tepesi’ne yakın kocaman ahşap manastırın önünde rahipler zeytin yetiştiriyor, köye bitişik küçücük ovada rahibeler bostancılıkla iştigal ediyorlardı. Sayfiye olarak Burgaz’ı seçen Katolikler mütevazı Sankt Georg şapelinde Pazar günleri dinî vecibelerini yerine getiriyor, bilhassa 15 Ağustos’ta kutlanan Meryem Ana yortusu muhtelif bileşenleriyle rengârenk bir cemaat buluşmasına dönüşüyordu.
Mesela İtalya’daki kiliselerde esamisi okunmayan, o günkü ayinde hazır bulunanlara küçücük de olsa kutsanmış bir üzüm salkımı dağıtılması, aslında coğrafyanın kadim bağbozumu törenleriyle bütünleşmenin çağdaş bir dışavurumu haline geliyordu; biz de ancak olgunlaşmış üzümlerin tadına o tarihten itibaren varıyorduk. Beyrut’lu Mösyö Jak org çalıp Signor Marmara ses kapasitesini zorlaya zorlaya Panis Angelicus veya Ave Maria’yı icra ederken, papaza ayin sırasında yardım eden uslu oğlanlardan biri de bendim.

Burgaz’da dedikodu çarkları
Çocukluklarında annemin ve teyzemin rahibelerin ineklerinden sağılmış süt aldıklarını hep duymuşumdur; ben ise adada yaz kış ikamet eden son iki rahibeye yetiştiğim ve onlarla gayet yakın bir irtibat kurduğum için kendimi şanslı addederim. Bir de günümüzde “altı numara” olarak bilinen, fazlasıyla kalabalık plajın başındaki “deniz banyosu” binasının altından mümkünse kimseye görünmemeyi becererek denize süzülen “schwester”leri (Almanca rahibe) hatırlıyorum.
Devamlı ikamet eden rahibenin artık kalmadığı Burgaz Adası’nda, nedense Ermenice adıyla “marabet” olarak bilinen din görevlilerinin bazılarını bugün elbette ki adanın tepesindeki Rum Ortodoks mezarlığında ziyaret edebilirsiniz. Vatikan’la Patrikhane’nin arası genelde iyi olmamasına rağmen Katolik veya Protestan bile olsanız Burgaz’ın mezarlığının size ayrılmış köşesinde yatmanız hâlâ mümkün (oraya nispeten yakın bir tarihte gömülmüş Yeni Zelandalı’nın kim olduğuna dair sır perdesi halen aralanmamış olsa da!).
Bu arada İstanbul’da, Kuledibi’nden Karaköy’e, dik yokuşların birinden inerken rastlayacağınız, asırlıktan da eski Avusturya “Sen Jorj” hastanesi yakın tarihte kapanınca Burgaz Adası’nda da dedikodular gırla gitmeye başladı. Kulaktan dolma malumata göre Avusturya’da rahibelik gözden düşmüş bir seçenek haline geldiği için yetkililer rahibelerin yönetimindeki hastaneyi kapatmaya karar vermişlerdi; ancak meselenin siyasi veya bürokratik yönünü bilmemiz zor. Ne de olsa Avusturya Hastanesi, lider zirvelerinde mevzusu açılan, tekrar hizmet vermeye başlaması ihtimali yılan hikâyesine dönmüş bir Heybeliada Ruhban Okulu değil.
Yüksek vergi yükü karşılanamadığı için bir süre önce satılmış Avusturya’lı marabetlerin adadaki bostanı ve çevresi yetmezmiş gibi, şimdi de şirin mi şirin ahşap şapelin ve nilüferlerle bezenmiş, Japon balıklı havuzun bulunduğu mıntıkanın da satışa çıkarıldığı konuşuluyor. Mevzubahis bölgede yeni binalar yapmanın epey zor olmasından dolayı mı ne, sonradan yaygınlaşan bir söylentiye göre ise mevzubahis binaların Fransız rahibelere, veya direkt Vatikan’a tahsis edileceği de rivayet ediliyor, hayırlısı…

Atlar, inekler, koyunlar…
İstanbul Adaları'nın prestijini yerle bir edip fazlasıyla sıradan bir kent uzantısı haline gelmelerine yol açan bir kararla atların palas pandıras kovulmasının hazmedilecek tarafı olmadığı muhakkak.
Prens Adaları’nda büyükbaş hayvan yetiştirilip yetiştirilemeyeceğine dair müphem vaziyet baki olmakla beraber tek tük ineklerin ve Burgaz’da doğan danaların varlığı ufak da olsa bir teselli. İnsan Burgaz Adası’nın makiliklerinde yürüyüş yaparken, serbestçe dolanıp adanın envaiçeşit bitki örtüsüyle beslendiklerini görünce seviniyor; dinî vecibelere uygun olarak zamanı geldiğinde kurban edilmeleri de cabası.
Adada hatırladığım ilk ve son koyun sürüsü ise tepedeki Hristos Manastırı’nın bekçisi Halil Amca ile eşinin koyunlarından müteşekkildi. Artvin çevresinden adaya gelmiş Gürcü kökenli mütevazı aile seneler boyunca bu işi mümkün olduğunca göze batmadan, dirayetle sürdürmüştü.
Oysa Roma’nın Azize Çeçilya (Santa Cecilia) manastırına bir süreliğine de olsa misafir edilen iki kuzu için fazlasıyla tantanalı bir tören düzenleniyor. Küçücükken fazla direnme şansları olmadığından kolaylıkla annelerinden koparılan kuzucukların acıklı meee’lerine kayıtsız kalanlara “aşk olsun!”.
Konu, altıncı yüzyıldan beri Papa ve metropolitlerine tahsis edilen yün kuşakların imalinde kullanılacak yünün tedarik edilmesi. Yemyeşil yamaçlarda otlanırken iki kuzu kendini birden kapalı bir mekânda buluyor ve annelerinin yerine rahibe Rosaria’nın ısıtıp kendilerine biberonla içirdiği ne idüğü belirsiz süte talim ediyorlar.
Venedik Film Festivali’nde genç yeteneklere imkân sağlamak amacıyla açılmış Biennale College Cinema klasmanındaki "Tanrı’nın Kuzusu (Agnus Dei)" adlı belgesel bizi mahrem sayılabilecek bir ambiyansa dahil ediyor.
2025 İtalya yapımı 84 dakikalık filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Massimiliano Camaiti belgeselin bazılarınca kiliseye gölge düşürdüğü teziyle eleştirildiğini belirtiyor. Rahibelerin hiçbir zaman sorgulanmayan bu pratiğinden ötürü, hayvan hakları hususundaki hassasiyet arttıkça linç enerjisinde de yükselme görülebiliyor. Dinî otoritelerin asırlar boyunca gezegen çapında sebep oldukları bir tarafa bırakılarak “Kuzular annelerinden nasıl kopartılır!” esas mesele haline gelebiliyor.
Meee !
Filmin başında, iki kuzunun birtakım adamlar tarafından başlarına yapma çiçeklerden mamul, bildiğimiz taçlar tutturulduğu gibi, gene plastik çiçeklerle doldurulmuş bir ahşap sepete ihtimamla yatırıldıklarını görüyoruz. Uzunluğunu ancak tahmin edebileceğimiz yolculuk ve rahibelere teslim töreni boyunca, uslu durmaları için sepete sımsıkı bağlı olduklarını rahatlıkla tahmin edebiliyoruz. Akabinde yapılan uzun ayin sırasında da hoşlarına gitmeyen vaziyeti ilan etmek için başvurdukları tek vektör mümkün olduğunca güçlü meee’leri.
Bilhassa bir tanesi manastırın avlusunda nihayet serbest kaldığında annesinden yeni doğmuş da ilk kez ayakta duruyormuş gibi sendeliyor. Üstelik kısa bir süre sonra ikisinin de, manastırdaki ömürlerinin çoğunda olduğu gibi kapalı bir mekâna mahkûm edildiklerini görüyoruz.
Bu arada sessizliğin, huzurun, ruhani bir armosferin hüküm sürdüğü Azize Çeçilya manastırında rahibeleri ütü yaparken, yemek pişirirken, kumaşla kitap cildi tasarlarken, dinî hediyelik eşyalar üretirken, bahçeden narenciye toplarken izliyoruz. Bize arada sırada çalan çanlar, koro şeklinde söylenen ilahiler eşlik ediyor, ancak radyodan yapılan yayında Papa Francisco’nun hastalığı hakkında da malumatlandırılıyoruz.
Rahibelerin yemekhanede topluca yenen yemeklerindeki ritüel aşkı bilhassa görülmeye değer.

Mucizeye gerek yok!
“Din değiştirmek için mucize beklemenize gerek yok, yüreklerinizi Tanrı’nın kelamına açmanız yeterli” ve “İnsan kalbinin her eğilimi ergenlikten itibaren kötüdür…” Vatikan radyosundan duyulan dinî mesajlardan sadece ikisi. Derken Francisco’nun vefat haberi geliyor; kısa süreli bir yastan sonra tüm rahibeler disiplinli şekilde işlerinin başına dönüyor; kuzularımız istikrarlı şekilde büyümeye devam ediyor. Radyodan takibi sürdürürken yeni seçilen XIV. Leo sözüne “Barış sizinle olsun!” diye başlıyor. “Bu barış İsa’nın dirilişiyle silahsız gelen ve silahlanmaya karşı duran, mütevazı ve güçlü bir barış” diyerek Papa’lığı devralıyor (ABD kökenli olmasına rağmen, muhtelif ahlaksızlık ithamlarıyla karşı karşıya kalan Trump’ın icraatına çok sıcak bakmaması ümit verici).
Beklediğimiz an da akabinde geliyor; bembeyaz kuzucuklar koyuna dönüşürken gene direnecek bir halleri olmadığından erkek bir görevli tarafından kolaylıkla yakalanıp kırkılıyor, mahsul işlenmek üzere yüne ve rahibeler tarafından ak mı ak kuşaklara dönüştürülüyor. Saflığın sembolü bembeyaz kahramanlarımız ise, ergenlikten beri katbekat kötüleşip fesatlaşmış kalbimin tahminine inat, büyük bir ihtimalle tabii ortamlarına iade ediliyor; rahibeler de Roma’nın rustik Trastevere mahallesindeki manastırda tahmin edebileceğimiz kadarıyla rutin yaşamlarına aynen devam ediyorlar.
Cihangir’i Tophane’ye bağlayan Defterdar yokuşunda bulunan ve birilerinin müsrifliğiyle beceriksizliği yüzünden kapanmış İtalyan Hastanesi ise neredeyse unutuldu, sadece dizi seti olarak birilerince kullanılıyor; zaten annemi ve beni fazlasıyla zorlamış doğumumda hazır bulunan rahibelerin kimler olduğunu hiç bilmedim.
Lakin Beyoğlu’ndaki İtalyan ana okulundan ilkokulun beşinci sınıfına kadar suçluluk duygusunu ruhuma kazıyararak beni yetiştirmiş Suor (İtalyanca rahibe) Luigina, Suor Pina, Suor Tecla dışında okulun aşcısı Suor Maddalena, Suor Maria, Suor Annunziatina, Suor Agnese, Suor Carmine, Suor Pia, Suor Antonia, Suor Giulia, Suor Rosalia’yı bu vesileyle hatırlıyor, kendilerine has karakterleriyle Suor Letizia ve birkaç sene öncesine kadar İstiklal Caddesi’nde sık sık karşılaştığım Suor Salvatorina’yı da ayrıca anıyorum.
(RL/EMK)







