1988 yılının Aralık ayında, soğuk bir kış günü, tam otuz iki saat süren otobüs yolculuğu ile gelmiştim, İzmir' den Diyarbakır'a. Sınırlı süre için planladığım bu gezinin, otuz üç yıla karşılık gelecek bir gönül bağına dönüşeceğinden habersiz olarak...
Beş kilometre uzunluğu aşan surlarla çevrili, seksen iki burcu ve dört kapısı ile binlerce yıldır sayısız misafiri bağrına basan bu kadim şehir, beni de kolayca sarıp sarmalamıştı. Her şehrin kendine özgü bir duygusu, kokusu, dokunuşu ve hatta kişiliği vardır aslında.
Tarihin içinde gizemli bir yolculuk
Buraya gelince hissettiğim en baskın duygu; riyasız sevgi oldu. Diyarbakır'da söylenen ''Başım gözüm üstüne'' ifadesi öyle metaforik, sıradan çıkmaz ağızlardan. Bu şehir hiç kimseyi ayırt etmeden karşılar. Başının üstünde tutar, toprağına her ayağı değeni... Tarihin içinde gizemli bir yolcuğa çıkmak gibidir burada olmak. Günceli hatırlatan giysi ve dekorlar devre dışı kalınca, aniden kaybolursunuz zamansızlıkta. Yürürken taştan döşenmiş dar sokaklarda, hissedilir olur bazalt yapılara sinmiş yaşanmışlıklar.
Dengbejlerin klamlarındaki; aşklar, savaşlar, sürgünler, yiğitlikler, acılar, ayrılışlar, hüzünler... İçine çeker insanı, şehrin tarihi ve gizemi. Daha çok keşif yapmak istersiniz. Sonra bir köşede birden karşınıza çıkar tandır başında ekmek yapan kadınlar. Birazcık yanlarına yaklaşırsanız hemen kucağınıza bırakıverirler üç dört tane kocaman tandır ekmeğini. Sadece kendi çocuklarının değil, tüm insanlığın anası gibi... Ekmeğin dumanı tüterken garip bir hisle dolar yüreğiniz. Ve böylece sarar her yeri, ekmekten önce sevginin kokusu.
Taksici Mısto ve külüstür arabası
Bu güzel deneyimleri defalarca İzmir'den davet ettiğim arkadaşlarımla yaşayarak paylaştım. Birlikte güzel heyecanlar yaşadık. Her birinin ayrı tadı vardı, lakin biri benim için unutulmazdı. Bir defasında benim gibi engelli olan arkadaşımla, uzun zamandır aklımızda olan Nemrut gezisini yapmaya karar verdik.
Taksi durağımızın şoförlerinden en kendine has olan, taksici Mısto ve onun külüstür arabası ile başladığımız bu yolculuğun ilginç olacağı başından belli gibiydi. Araba vapuru ile geçtiğimiz göz alıcı mavilik, yolda el sallayan çocuklar, Kahta'nın dağlarının sırtında yaptığımız, tadı hâlâ damağımızda kalan köy kahvaltısı... Dağı tırmanışa geçtiğimizde huşu içinde seyrettiğimiz yeşilin tonları ve arabamızın yüksekliğe dayanamadıkça su kaynatması.
Her seferinde "şimdi burada kaldık" derken nihayet, Mısto'nun usta elleri ile sorunu çözmesiyle epey aksiyonlu bir yolculukla zirvenin araba ile gidilecek son noktasına ulaştık. Burası güvenlik kulübesinin de olduğu zirveye tırmanışın başladığı ilk duraktı. Mezarların tümülüs ile örtüldüğü zirve ve çakıl taşları benim yürüyebilmeme imkân vermediği için ben eşek ile arkadaşım da kısmen daha rahat olduğu için dikkatli ve ağır ağır yürüyerek zirveye ulaştık.
"Karpuzun yamuğu, topalın..."
Yukarısı, bilmek yetmez, görmek lazım diyebileceğim bir güzellikteydi. Batı terasından başladığımız ziyarette zirveye geldiğimizde güneş batmak üzereydi. 2 bin 150 metre yükseklikte, güneş batarken sarı ve kırmızı arasında adeta görsel bir şölen sunan güneş ışınları ile bütün olmanın büyüsünü yaşadık. Bir süre burada bekledik. Sonra dağın çevresini yürüyerek doğu terasına yöneldik. Artık güneş batmış, hava alacakaranlığa dönmüştü.
Doğu terasında bizi yaklaşık on metre yüksekliğindeki tahtlarda yan yana oturan Apollo, Kommagene bereket tanrıçası Fortuna, Zeus ve Herakles'in heykelleri karşıladı. Tarihin içinde kaybolmuşken tam da o anda fark ettik aşağıdan gelen tuhaf sesleri.
Bir dolmuş dolusu erkek, el kol işaretleri yaparak bize sesleniyordu: "Karpuzun yamuğu, topalın...'' Hakaret ve saygısızlıkla şekillenen beden hareketleri ve neredeyse ağızlarının çevresine saçılan tükürükler, mesafeleri aşıp bize ulaşmıştı. Tüm neşemiz kaçtı. O gece zirvede konaklama kararından vazgeçerek aşağı indik.
Tanrıça İnanna ve Enki'nin hikâyesi
Aşağı inerken Zeus ile yan yana oturan bereket tanrıçası Fortuna'nın görüntüsü zihnimden gitmiyor ve şu soru içimi kemiriyordu, bir zamanlar tanrıça olan kadın, o tahttan ne zaman indirildi?
Tanrıça İnanna ve Enki'nin hikâyesi bu soruya cevap gibidir. Enki, İnnana'nın yüzden fazla icadını çalmış onunla zorla evlendirilmiş ve onu hâkimiyeti altına almaya çalışmıştır. Mitolojik bir hikâye gibi görünse de, bulunduğumuz zaman diliminde erkek egemen zihniyetin itibarsızlaştırmaya çalıştığı kadınların yaşamlarında, gün ve gün gerçeğe dönüşür.
Arkeolojik çalışmalar bize gösteriyor ki on iki bin yıl önceki neolitik toplumda kadın, ana tanrıçadır. Ana tanrıça; insanlığın ilk bilim insanı, şifacısı, öğretmeni, ziraatçısı, eczacısı ve sanatçısıdır. Bu kültürü var eden toplum bilimci, kadının ta kendisidir. Neolitik toplumda kadının var ettiği kültürde; toplumsal dayanışma, barış, kardeşlik, sevgi, saygı, iyilik düşüncesi, kutsallık, gerçek adalet, doğaya saygı ve onu korumak gibi yüce değerler vardır.
Sümer rahip krallarının, toplum mühendisliği yaparak inşa ettiği uygarlık kültürünün en önemli icraatı neolitik kültür ile çatışarak onu asimile etmek olmuştur. Kadının ilk düşüşü de Zigguratlar'da aşk nesnesi haline dönüştürülmeleri yoluyla yapılmıştır. Bir zamanların tapınaklarında tanrıça olarak görülen kadın, artık cinsel bir obje olarak köleleştirilmiştir.
Ye, iç, üre, güçlü ol!
İnsanlık tarihi sürecinde endüstrileşme ve sonrasında hali hazırda yaşadığımız küresel kapitalizm süreci, kadının değerini geçen her yüz yılda daha geriye götürmüştür. Yaşanan birinci ve ikinci dünya savaşları ve kapitalizmin kâr hırsı ile dinmeyen savaşlar, militarizmi gün ve gün beslemiş, kadını savaşlara asker doğuran bir makineye indirgemiştir.
Kapitalist sistemin var ettiği toplumsal yaşamda erkek ve kadın eşit değildir. Zira bu sistemde erkeklik sadece bir cinsiyeti ifade etmez. Bu toplumda erkek olmak, ''erk'' olmak,''iktidar" olmak anlamına gelir. Erkeklerin cinsel fonksiyon bozukluğuna "iktidarsızlık" denmesi de bu zihniyetin nasıl var edildiğine dair en çarpıcı göstergedir. Militarizmin ve hamasetin tavan yaptığı toplumlarda erkeklik her geçen gün biraz daha azdırılır. Bu zehrin taşınamaz hale geldiği durumlarda TOKSİK ERKEKLİK SENDROMU da diyebileceğimiz bir hâl ile karşı karşıyayızdır. Başka bir tarifle buna, sürüngen beyin sendromu da diyebiliriz. Ye, iç, üre, güçlü ol. Kapitalist sistem, güçlünün güçsüzü, erkeğin kadını, insanın doğayı hâkimiyeti altına aldığı denklemde kendini var edebilir ancak.
'Engelli' sözcüğü kişinin her niteliğinin önüne geçer
Kadınların her gün taciz, şiddet, istismar ve tecavüze uğradığı, katledildiği bir toplumda, engelli kadın olmak bir kasırganın ortasında canlı kalmaya çalışmak gibidir. Toplumsal yapıyı bir piramide benzettiğimizde engelli kadınlar en alt kısımda yer alır. Bu her katmandan gelen baskıyı yaşamak demektir.
''Engelli" olarak genel bir tanımlama içinde geliştirilen bu söylem ile kadının kimliği cinsiyetsizleştirilir. Engelli olma sözcüğü öylesine güçlü bir etiketlemedir ki, kişinin taşıdığı her niteliğin önüne geçer. Cinsiyet, etnik köken, inanç, meslek, entelektüel birikim ve diğer fiziksel özellikler görünmez olur.
Engelli kadınlar, yaşadığımız toplum içinde hem kadın hem de engelli olmalarından dolayı çifte ayrımcılığa maruz kalırlar. Etnik köken, inanç farklılıkları gibi etkenler devreye girdiğinde ise çoklu ayrımcılık yaşanır.
Erkek egemen zihniyetin var ettiği toplum modelinde; engelli kadınlar toplumun kadın bedenine yüklediği rolleri yerine getiremeyecek hasarlı bedenler olarak görülür. Engelli kadın anne olmak, evin ve erkeğin ihtiyaçlarını karşılamak konusunda yetersiz olandır.
Diğer yandan hasarlı olarak görülse de engelli kadınlar, sürüngen beyin ile yaşayan erkeğin, engelli kadının bedenine yönelik fanteziler kurduğu, taciz, istismar ve tecavüz için en kolay gördüğü hedeftir. Çürümüş bu sistemin erkek aklı, engelli kadının bedenine ait zayıflıklarından yararlanabileceğini düşünecek kadar bayağılaşır. Bu durum engelli kadınların aileleri tarafından daha da koruma altına alınmaları sonucunu doğurur ki ortaya çıkan tabloda engelli kadının eğitim, istihdam ve sosyal haklarından mahrum kalmalarıyla sonuçlanır. Aşırı korumacı olan ailelerde engelli kadınlar sosyal izolasyon ve yalnızlığı çok derin yaşarlar.
Engelli çocuk doğuran anneler
Bedenleri engelli olmadığı halde ayrımcılığa uğrayan bir grup kadın daha vardır. Onlar, engelli çocukları doğuran annelerdir. Tam ve eksik düalitesi ile var edilen, sağlamcılık ideolojisi ile inşa edilen kültürde sağlam çocuk doğuramamış olmak, kabul edilebilecek bir durum değildir. Engelli çocuğa yapılan ayrımcılığın daha ağırı anneye de yansıtılır. Böylece annenin doğum öncesi kurduğu organik bağ, ayrımcılıkla beraber ömür boyu devam edecek bir sosyal bağa dönüşür.
Ezcümle engelli kadın olmak, "karpuzun yamuğu" olmaktır toplumun gözünde. Bizler içinse sıra dışı bir bedende yaşanan, sıra dışı bir tecrübe. Yeniden ve yeniden ayağa kalkmak düştüğün yerden. Devam etmek inatla kaldığın noktadan, buruk tebessümle. Ve yelken açmak özgürlüğün maviliklerine, cesur bir yürekle...
(HBÇ/AÖ)