Görülen o ki, “muhafazakâr demokrat” otoriter siyasetinin toplumun kılcal damarlarına şırınga etmeye kalkıştığı neoliberal Sünni İslam aşısı iyiden iyiye tutmaya başladı.
Gerçekten de ateistlerin ya da Sünni İslam’ın egemen yorumuna dair kamuoyunda yüksek sesle ve etkili biçimde eleştiri getirenlerin “hukuk” karşısında mahkûm olmaya başlaması bunun en temel kanıtıdır.
İyi ama biliniz ki bizler, Kalu Belâ’dan beri olmasak da Marx’tan bu yana dinleri hem “afyon” hem de “vicdan” olarak nitelemişiz. Ve dahası, insanın var ettiği bu toplumsal eşitsizliğin, bizatihi insanda ve toplumda yol açtığı yaraları onardığı ölçüde dinlere ihtiyatlı bir sempatik tavır ile yaklaşmış; var olan bu eşitsizliği topluma ilahi bir emir gibi doğallaştırdığı oranda da ondan nefret etmişizdir.
Ancak kadim bir soruyu bugün yeniden soralım: Din konusunu iyimser bir bakış açısıyla ele alıp, vicdansız bu dünyada kimi bireyler için dini bir vicdan sigortası olarak değerlendirsek dahi, biz ateistler için de aynı hal geçerli olabilir mi?
Eğer ateizmi, herhangi bir yaratıcının ve yaratıcının reddi temelinde ona ulaşma felsefesi/içtihadı yolların da reddedilmesi olarak tanımlıyorsak bu soruya olumlu bir yanıt vermemiz emin olun imkânsızdır.
Öte yandan her alanda çivisi çıkmış bu dünyada insanların acıya, gözyaşına, yoksulluğa ve yoksunluğa gark edilmesinin suçlusunu kapitalizm olarak gören; küresel finans kapitalin tüm dünyaya dayattığı vahşiliğinin nedenini bir “bölüşüm sorunu” olarak tanımlayan ve amacını “herkesin yeteneğine ve gereksinimine göre” kendisinin yaratıcı gücünü sonsuz düzeyde yetkinleştirmek olarak tanımlayan bir insana dinin sunacağı katkı ne olabilir ki?
Hiç kuşkusuz bu soruya “vicdan” yanıtı verilebilir. Evet, haklısınız gerçekten de “vicdan”, insanı insancılaştıran, ona sınırlarını hatırlatan ve çoğu zaman vicdansız düzenin gayya kuyusuna düşen bir başkasına elimizi uzatmamıza neden olan insani bir sigortadır. Ama öncelikle ve ilk olarak sormak zorundayız: Adına “uygarlık” denilen bu toplumsal düzenin yarattığı yıkıma karşı vicdanını siper ederek başkalarına hayırlar yapan iyiliksever kahramanlar yaratmak mıdır amacımız? Yoksa bunun yerine eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği ferman etmiş vicdani bir toplumsal düzen mi kurmak mıdır aslolan?
Buradan devamla belirtelim ki; vicdanı olan toplumsal bir düzende de vicdanının sesine kulak verecek bireylere sonsuz derecede ihtiyacımız olacaktır. Ama emin olun böylesi bir toplumda insanın vicdanının ibresi herhangi bir yaratıcı ondan öyle istediği ya da ona öyle emrettiği, ya da yaratının istediği kurallara uyarak adına “cennet” denen ödüllere ulaşmak için değişmemelidir. Yani özetle “Hak” için değil, sadece her insanın, kuşun, börtü böceğin bu dünyada ve kâinatta var olduğu için, yani başkaca hiçbir neden aramaksızın sadece bu nedenden dolayı anasının ak sütü gibi “hak” ettiği doğal hakları elde edip etmediğine göre vicdanının sesini ve yönünü belirlemesi daha doğru değil midir?
Hal böyle ise bu ülkede bir zorunluluk olarak nefesim bitince katılaşan bedenimi reddettiğim Tanrı’nın evine neden düşürmem gerekiyor? Hiç kuşkusuz ki her bir arkadaşımın cenaze töreninde onun kararına saygı duyarak hiç gocunmadan ve içtenlikle camiye, ceme, havraya, sinagoga, kiliseye, ateşin ya da şeytanın evine koşabilirim. Tıpkı o da benim katılaşmış bedenimin bir kısmını öğrenciye bilgi olmak için tıp fakültesine, çiçeğe can vermek için toprağa, balığa yem olmak için denize ve baykuşun yavrusuna göz olmak için havaya karışma macerama koşması gerektiği gibi. İşte ancak o zaman, yani hem yaşarken hem de ölürken birbirimizi özgürce ve eşit olarak kabul ettiğimiz şartlarda, bir toplumu oluşturan etmenlerin tümünün ortaklaşa belirlediği toplumsal kültürler; teizmin ve ateizmin birlikte yarattığı farklı doğum, düğün ve cenaze ritüelleri yaratır ve günümüzün tersine hiç kimsenin hiçbir nedenle ritüelini gizlemek, değiştirmek ya da egemen olana tabi olmak zorunda kalmayacağı “başka türlü bir dünya”ya ulaşmaz mıyız?
İyi ama böylesi güzelim bir dünyaya ulaşmaya karınca kararınca katkı verebilecek olan ve dahası bu topraklarda bir “avuç” bile olamayan bizleri neden içerilere atmaya kalkışıyorsunuz ki?
Biliniz ki bu durum Seyit Rıza’nın yıllar öncesinde dediği gibi “Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!” (OE/EKN)
* Osman Elbek, Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi