25 Nisan 2022 Pazartesi günü Çağlayan'da etki yaratacak nicelikte bir kitle yoktu. Az sayıdaki tanıklarsa mahkeme salonuna geçti. Duruşma başladığında dışarıda kimseler kalmadı. Salon, böylesi büyük bir dava için pek küçüktü. Havasızdı. Dardı. Salonun iklimlendirilmesi için valilik kararına ihtiyaç olduğu söylendi. Bina yönetiminin görevlendirdiği mühendis de çözüm olmadı. Bağlantı sorunluydu. Osman Kavala, Silivri'den katılıyordu. Yaklaşık 250 kişi böylesi önemli bir davanın kararını işte bu tıkılmışlık içinde üst üste bekledi. Ne fiziksel ne de hukuksal-politik ortam nefes alınabilecek gibiydi. Bir tür astım krizi yaşamaya başladım. Boğazım düğümlendi. Aldığım nefes sakız olup yapıştı damağıma, nefes borumu kapattı. Boğgunluk... Daha fazla dayanamadığımdan, nefes alabilmek için ayrıldım. Sinir uçlarım kötücül bir ruhun elindeydi sanki. Ağlamakla gülmek arasında salındım. Nefes almakta güçlük çektim. Elim kolumda, başım boynumun üzerinde, bedenim ayaklarımın üzerinde değil/di sanki!
Mecidiyeköy'e gitmek için metroya bindim. Makinisti olmayan tren gelirken yine nefes alamıyordum. Toz, duman bir sis bulutu gibi rengini vermişti istasyona. Mecidiyeköy'e vardığımda üst üstelik, tıkış tıkışlık, telaş içindelikle birbirini ezen kitleyi yararak güçlükle yürüyebildim. Hat değiştirip Taksim trenine bindim. Gezi Parkı çıkışından yeryüzüne kavuştum. Olaylara adını veren parktaydım. 9 yıl öncesini düşündüm. Bakındım etrafa... Ağaçlar dışında Tanık yoktu. Tanıksızlıkla yüzleştim.
Zaman buldukça İBB'nin Atatürk Kitaplığı'nda çalışırım. Yıllardır bir tür sığınak olan işlerime dalıp nefes alabilmek için kütüphaneye gittim yine. İşlere daldım. İşe dalmış, kan dolaşımım regüle olmuştu. Akşam olmuş, kararı merak edip haberlere baktım: KARAR. Omuzlarım düştü. Başıma kocaman bir balyoz indi. Önümde uzanan boğaza, Boğaza mütecaviz inen Swiss Otel'e, 'Boğazın gerdanlığı' köprüye, hemen sağ yukarısında rejimsizliğin kitsch'i Çamlıca Camii'ne... Baktım... Uzun zamandır beklenen sıcak bahar havası nedeniyle önümdeki pencere açıktı. Vodafone Park'tan (Mazide Mithatpaşa, Dolmabahçe, İnönü) tezahüratlar yükseliyordu. Bilgisayarımı kapadım. Nefes darlığı yaşıyordum, adım atmaya mecalim yoktu. Yine de minik adımlarımla yürüyebildim güç bela. Lütfü Kırdar ile Harbiye Açık Hava arasından geçerken St. Regis'in roofundan yükselen müzik hayatın her koşulda aktığını, bunca hukuksuzluklara rağmen akışın devam edebildiğini gösteriyordu. Birbirine karışan sesler birleşip çivilere dönüşüyor, kulağımı yarıp kafamın içinden kafatasımı parçalıyor, her biri bir başka yöne gitmek istercesine dışarı çıkıyordu. Abdi İpekçi Caddesi'ne girdim. Abdi İpekçi'nin öldürüldüğü yerde hayat dört ayrı istikametten luxury akıyordu... Olanlar, tam da o anda orada olanlar, yine tanık değildiler. Etrafta pahalı kokuların sardığı kıyafetleriyle mekanların demirbaşlarına dönüşenler... Bir tür simülakr olan Nişantaşı akşamı... Şaşırmak! Evet, hayata bir kez daha şaşırarak baktım. Yabancılaşmam derinleşti. "Bu olup bitenlerin anlamı nedir? Bunlar nasıl birlikte var olabilir?" diye sordum kendi kendime onlarca kez.
İşte, onuncu yazılamamızın adı bu esnada beliriverdi: Tanıksızlık. Evet, tanıksızlıktı yaşadığımız. Gülhane'den bu yana olanların, öyle olmamalı/ydı dediklerimizin öyle olması; her ne oluyorsa failce çarpıtılması... Yaşayanın yaşadığıyla kalması, kimseciklere anlatamaması. Anlatsa da inandıramaması. Tarih/sizlik tam da bu! Başımıza her ne geliyorsa işte o geliyor. O, olmuyor. Hakikatle kurulamayan bağ, boşlukların keyfi biçimde ideolojilerce doldurulması, plastik bir kimlik yaratıyor. Şekilsizliğimiz, kılıksızlığımız biraz da bundan olsa gerek.
"Gülhane'den Gezi'ye... Yıldız'dan Beştepe"ye adını verdiğimiz yazılama dizimizin onuncusundayız... Yazı yerine "yazılama"yı tercih ediyoruz, çünkü yazıda dile gelen sözcenin politikliğine dikkat çekmeyi murad ediyoruz. Yazılamalarımız ilki "Diyalektiksiz Gerilime Bir İlgi" idi. Dişil bir iletişim ve etkileşim ortamı yaratamadığımız için, yaşadığımız toplumsallığın, politikasızlığın çatışma üretemeyip mütemadiyen didişmeye neden olduğunu savlamıştık.
"Non bis in idem" ilkesi Latince'de "'aynı [şey] için iki kez değil" anlamına gelir. Gezi Davası diye bilinen, ucube parti devletinin örtüye dahi ihtiyaç duymayacak serkeşlikte -hukuku, hayatı, birlikte yaşamayı dikkate almama, hayata diklenme anlamında serkeşlik- görülen dava, ihlaller manzumesi olarak tarihe çoktan geçti. İktidarın rejimsizliği, otokrasiden totaliterliğe doğru evriliyor. Bu sürecin ideolojik aygıtı olarak da Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş kullanılmakta. Onlar dolayımıyla Türkiye toplumu rehin alınmış durumda. İktidar, iki isim üzerinde tepinerek kendi rejimsizliğini berkitmek telaşında. Bu tepinişleri, içerideki ve dışarıdaki meşruiyetini tarumar ediyor. Her iktidar, göreli ölçüde hukuksal zemine referansla işleyebilir. AKP, çoktandır bu referanstan yoksun. Yoksunluk, gün geçtikçe tükenmesine neden oluyor. Zemin, göreli bir aks sunarken, akssızlıksa rejimsizlik olarak görünüyor. Strüktürsüzlüğü, bir tür pavyon estetiği formunda süse dönüşen neoliberal oportünist Müslümancılıkla, fasadi tasarruflarla aşmak telaşındalar. Güneşi balçıkla sıvamak, kimliksiz soslarla örtmek derdindeler, lakin nafile... Örtü ancak bir omurganın üzerine örtülebilir. AKP bu nedenle rejimsiz; Sıkça Türk-İslam retoriğine yaslanarak ırkçılığa, mezhepçiliğe varan boşsözler üretmekte.
Yaşam güven üzerinde yükselir. Güven, hem temel bir duygu hem de temel bir değer. Güven, yaşamın direği. Bu ve benzeri yargılama süreçleri, insanın ayağının altındaki zemini sarsıyor; deyim yerindeyse bir tür zeminsizlik yaratıyor... Güvensizlik... Düşünmek, göreli güvenli bir ortamda gerçekleştirilebilen bir eylem. Oysa ucube parti devleti, işinde ehil denebilecek bir usta gibi ince işçilikle işkencelerini ağırlaştırarak sürdürüyor. İşte bu nedenle onursuz. Tasarruflarıyla zedeledikleri onurlarına zarar vermeye devam ediyorlar. Bizler, haklar ve özgürlükler bakımından uygar dünyanın parçası olmayı talep edenler, her talepte ağır işkenceler görüyoruz. İşkence görmeyi değil kişileşmeyi talep ediyoruz. İnsan teki adı verilen bireyi kişileştiren bu taleplerin öznesi olmak. Bizler, bu ağır iklimde taleplerimizi ısrarla yineledikçe güçleniyoruz, güçleneceğiz... Çünkü İrade, yaşamı besleyen taleplerle var olabilir.
Uygarlık, hatırlamak.
Hatırladığımız ölçüde tanığıyız Hayatın. İktidar, mütemadiyen tepiniyor üzerimizde. Her tepinmesi bizi daha da şekilsizleştiriyor. Hayatın, ülkenin, mahkeme heyetinin, hepimizin üstünde tepinen İktidar, bana 145 yıl evvel vuku bulan bir hadiseyi hatırlattı: Mithat Paşa'nın pusu kurularak sürgüne gönderilişi. Kısaca hatırlayalım:
Mithat Paşa 93 Harbi'nin ayak sesleri duyulduğu dönemlerde gözden düşer. Evine kapanmış, işten güçten görece elini çekmiştir. Böyle bir dönemde, 5 Şubat 1877'de, Sultan, başyaverini "Sana ihtiyacım var" notuyla Mithat Paşa'ya gönderir. Deyim yerindeyse sadrazamına pusu kurar. Mithat Paşa, davete icabet ederek henüz Dolmabahçe'de ikamet eden II. Abdülhamit'e gider, kurulan tuzaktan habersizdir. İktidar, sürgünle ilgili her şeyi sessizce görmelidir ki iş işten geçsin, olası tepkiler işlevini yitirsin. Dönem itibariyle matbuat denen 4. kuvvet henüz güçlüdür ve Mithat Paşa'nın da arkasındadır. Muhalifler harekete geçebilir. Yuvasına ısınamadan koltuğundan azledilebilir henüz "müstebit" sıfatı kazanmamış Padişah II. Abdülhamit.
Mithat Paşa, Kanun-i Esasi'ye (Anayasa) şeklini veren kişidir. Ruhu, şüphesiz Gülhane'yi var eden iklimdir. Anayasaya kendi eliyle 133. maddeyi ekler. Padişah'a sürgün yetkisi veren o meşhur maddeyi. Kaderin cilvesine bakın ki o madde referans alınarak sürgüne gönderilir Tanzimatın büyük paşası ve sadrazamı. Sürgüne gönderilen Mithat Paşa değildir, Gülhane'yi yaratan ve Gülhane'den bu yana büyüyen Ruhtur İktidarca sürgüne gönderilen.
Sultan, her ne kadar kendisini özel bir notla davet etmiş olsa da Mithat Paşa ile görüşmez. Sadrazamlıktan azli, mührü iade etmesi emrolunur. Bu, müstebitlik hülyaları içindeki monarka yetmez, sürgüne gönderecektir. Her şey tertip edilmiştir. Mithat Paşa'yı sürgüne götürecek İzzetin Yatı Dolmabahçe İskelesi'nde hazır, rotası İtalya'daki Brindisi Limanı'dır. Mithat Paşa'nın yurduna namzet liman kenti beklemeye başlamıştır Osmanlı modernleşmesinin büyük paşasını.
Halk, Mithat Paşa'yı sever ya da halk da Sultan da öyle varsayar. Halkın hürmeti, Sultanınsa korkusu vardır. Böylesine etkili bir kişinin sürgüne gönderilmesi, halkta beklenmedik tepkilere neden olabilir. Bu ihtimali düşünen II. Abdülhamit, geminin Çekmece açıklarında beklemesini emreder. Olası tepkilere göre ya gitmesini onaylayacak ya da kararını değiştirip "Ben ettim sen etme!" diyecektir. Sadrazamın sürgün edildiği haberi ivedilikle yayılır. Sultan tedirginlik içinde bekler. Korktuğu olmaz, çünkü halk tanık olmayı reddeder. Çekmece açıklarında üç gün üç gece halkın tebaadan tanıklığa evrilme ihtimali için bekleyen gemi, sessizliğin yükleşip sis bulutu olarak İstanbul'a çöreklenmesi ile emrolunduğu gibi Mithat Paşa'yı Brindisi'ye götürmek için demir alır.
Mithat Paşa hak, hukuk talep eden herkes gibi yerli değildir. Kökü dışarıdadır. Nedense statükoyu sarsan ya da sorunsallaştıran her türlü girişimin ya kökü dışarıdadır ya da kandırılmış, ihanet içerisindedir. Çünkü burada döllenebilecek bir değer yoktur. Reşit değildir hiç kimse. Bu varsayım üzerine hareket edilerek, gelişmenin dinamiği "dışarı"da aranır. Hem dışarıyı bu denli şeytanlaştırma hem de bu denli muhtaçlık, zihinsellikten ziyade psikolojik bir olgu olsa gerek. Anlatıya ihtiyacımız var ama burada üretemeyiz. Üretmeye çalışanlar, İktidarca şeytanlaştırılır. Bu nedenle da yazılama dizimizin ikincisine "Anlatısızlığa Bir İlgi" adını verdik.
Tanıklık, zor. Tanıklık sorumluluk yüklüyor. Tanıklık, dönüştürüyor. Dönüşümün kaçınılmaz sonuçları var: en başta kişileşme, özneleşme; bunlar da sorumluluk yüklüyor. Tanıklıktan kaçmak, kaçınmak, sorumluluk üstlenmemek...
Bugünü, Gezi Davasını, Osman Kavala'yı anlamak için hatırlayalım: Mithat Paşa'yı analım... ve daha bu yazılamanın sınırları dışında kaldığından onlarca, yüzlerce olayı Mithat Paşa dolayımıyla analım. Tanıksızlığa Bir İlgi... Olan bitenlerin namevcutluğudur bir bakıma tarihsizliğimiz. Tarih, tanıklıkla var. Değilse eğilip bükülmesi, bağlamına göre yeniden üretilmesi kaçınılmaz.
Tanığa dönüşmedikçe değişmeyecek Hayatımız, söylenmeyi sürdüreceğiz. Söylenmeyi eleştiriye tercüme etmedikçe üzerimizde tepinmeye devam edilecek. Tanığa, tanıklığa ihtiyacımız var gözümüzün önünde gerçekleşenlere dair. Nasıl birey hatırlayarak kişiye evriliyorsa, Türkiyelilerin de tanıklıkla Halka dönüşeceği savlanabilir. Biz tanık olmadıkça tepinmeyi sürdürecek asalaklaşmış mütecaviz rejimsizlik ve aşiretimsi güruhuyla avanesi.
Tanıklara selam!
(MVB/AÖ)