Ben sürgün ettim kendimi. Tamam, ülkemde kalamazdım artık. Buraya gelişim daha çok iradem dışında oldu. O an'ı bir saat önceymiş gibi anımsıyorum. Yani o kadar yakın değil sadece, o an benim bir organım, onsuz eksik kalırım. Bir saat önce gibi evet. Eğer o an'ı unutursam yok olurum, buradaki varlığım infilak eder, ben o an'sız un ufak olur, kaybolurum. Unutmadım, üstelik unutmamak için belleğime sürekli yükleniyorum.
Çalıştığım kafede fırsat buldukça çekmecenin gözünde sakladığım defteri alıyor, yaşadığım boşlukları kaydediyorum. 'Boşluklar' diyorum, yaşadığım yabancılık duygusu, buraların bana yabancı olmasından kaynaklanmıyor sadece. Ben, kendi ülkemde beni ben yapan bir çok şeye yabancı olduğumu şimdi bu boşluklarda yakalıyorum. Bu defter, uçurumlarımın kıyısında tutunduğum ağaç kökleri, aynı zamanda benim köklerim.
Tam yirmi yıl oldu buraya geleli. Bu ağaç köklerini yirmi yılda benim sularımla korudum. O kıyılarda öylece benim tutunmam için duruyorlar. Ülkemde kalsaydım, daha doğrusu buralara gelmek zorunda kalmasaydım, ne bu defter, ne de o uçurumlar olacaktı. Çok kesin konuştum değil mi? Aslında olacaktı belki, -ama dışarıdan bakıldığında boyutlar daha bir genişliyor, fazlalaşıyor-. Bu denli, keskin olmayacaktı. En azından bunu biliyorum. Şimdi anlamışsınızdır artık, 'kendimi sürgün ettim'le ne demek istediğimi. Zira birçok şeyden taviz vererek ülkeme dönebilirdim ama orada bir şeyim kalmamıştı artık.
12 Eylül'ü herkes unutmak istese de ben inadına o süreci yaşamakta ısrar ediyorum. Yoldaşım, sevgilim beni terk edeli on yıl oluyor. Önce o gelmişti Alp'lerin eteklerine. Sonra da ben. Arkadaşlarımız teker teker yakalanıyor, izleri kayboluyordu. Kimi işkencehanelerde "intihar" etti, çoğu da neredeyse bir ömür edecek süreyi cezaevlerinde geçirdi. Selim ve ben birlikte aynı evde kalıyorduk. 12 Eylül'den bir kaç gün önce evi terk etmemizi istemişti örgüt.
Ben annemlerin yaşadığı kasabaya gitmiş, Selim'de İstanbul'da bir tanıdıklarının yanına sığınmıştı. Aylarca bulunduğumuz yerden bir yere kımıldamadık. Aldığımız haberler hiç de iç açıcı değildi. Her yerde aranıyorduk. Adımızı birilerinin vermesine gerek kalmamıştı aslında. Uzun boylu, İstanbul Üniversitesi'nde okuduğunu söyleyen kod adı İsmail olan o esmer çocuk polismiş meğer. Bizimle birlikte bir kaç kez duvar yazısına çıkmış, bir iki toplantıdan sonra da ortadan yok olmuştu.
Bir yoldaş onun başka bir yere görevli olarak gönderildiğini söylediğinde biz de onu unutmuştuk. Meğerse her birimizi tek tek önceden gerekli yerlere bildirmiş.
Her şeyi geride bırakmak...
Selim'in bir akrabası sahte pasaportla önce Selim'i, sonra da beni İsviçre'ye gönderdiğinde çok sevindiğimi söyleyemeyeceğim. Ama Selim'le İsviçre'de tekrar buluştuğumda öylesine yeni duygularla tanışmıştım ki, doğrusu ilk kez örgüt ve görevleri düşünmeksizin kendimi yaşadım. Alp'lerin sessizliği, Selim'in yakınlığı bambaşka dünyalara götürmüştü beni. Her şeyi geride bıraktığımı düşünmüştüm bir süreliğine.
Mutluluğu 'halk', 'ideoloji', 'idealler' olmaksızın o saf haliyle duyumsamıştım. Ben ve Selim bir 'küçük burjuvaydık' ne de olsa. Aynı üniversitede okuyorduk, ikimiz de tıp doktoru olacaktık. İkimiz de memur çocuklarıydık. Ne çok benzer yanlarımız vardı. Ailelerimizin kıt kanaat imkanlarıyla üniversiteye kadar gelmiştik gelmesine de...
Ülkemden yirmi yıldır ayrı olsam da buraya halen gelmekte olan siyasi mülteciler sayesinde oradaki yaşamı takip edebiliyorum. Birçoğu çalıştığım kafede beni bulmakta zorluk çekmiyorlar. Ama ben halen oradan ayrılırken ne isem oyum. Selim'i kaybettikten sonra daha bir içime kapandım.
Beni burada ilk Cem buldu. Uzun süre cezaevinde yattıktan sonra buralarda göçmen olarak yaşamayı niye seçtiğini söylediğinde onu anladım. Cem buraya geleli iki yıl oluyor. İçerden çıkınca uzun süre işsiz kalmış. Herkesin, her şeyin değişimine alışamamış ilkin. Bir süre uyum sorunu yaşamış. Evlenmiş, ama yürütememiş. Evlendiği kız bizim çevreye yakınmış. Uzaktan Cem'e sempati duyarmış. Birbirleriyle karşılaşmaları çok tesadüfi olmuş.
Kızın babası Özal döneminin zenginlerindenmiş. Bir süre her şey iyi gitmiş. Sonra, Cem evli olduğu kişinin gerçekten istediği kişi olmadığını anlamış. Ayrılmaları da sessizce olmuş. Buraya geldiğinde soluğu benim yanımda alışına nedense şaşırmadım. Bir akşam kafede el ayak çekildikten sonra uzun bir süre oturduk. Kaçıncı şarabımızdı bilmiyorum, Cem'le sevişmeye başladığımızda Selim'in karşıma geçip öylece bana bakmasıyla, Cem'i bir kenara itip çekmecedeki defterime sarılmam aynı anda oldu.
'O defterleri getireceğim...
Charles'la, Cem'i tanıştırdım sonra. Charles'ı Türkiye'ye gidip, Selim'in evinde bulunan günlükleri getireceğine söz vermişti. Benim yazılarım, Selim'in şiirleri yaklaşık on defteri buluyor. Charles, yayımlanmış bir yazısını getirdiğinde ısrarla okumamı istediğinde, ben de ona defterleri tekrar anımsattım. Neden direniyorum Charles'a bilmiyorum. Direniyordum demem daha doğru olur aslında. Çünkü Charles'la sonunda sevişmiştim.
Charles'la birlikteyken gözlerimi sımsıkı yummuştum. Ne kadar çok yumarsam o kadar çok Selim'i ve ardımda bıraktığım defterleri, anıları duyumsuyordum. Gözlerimi açtığımda ikimizin de niye çıplak olduğunu anlamamıştım. Charles kafeye her gelip, yanıma oturduğunda niye çıplak olduğumu anlatmak için yırtınıp duruyormuş gibi geliyor bana. Yüzüme kıskançlık ve nefretle karışık baktığı oluyor bazen. Bu bakışlardan sonra, "Türkiye'ye gidip o defterleri getireceğim" diyor.
Dün Laura'yal karşılaştım yine. Aynı anda çıktık evden. Epeydir Laura'yı genç bir çocukla birlikte görüyorum. Markette çalışan kocası evden gittikten sonra, Laura'da peşinden çıkıyor. Evlerimizin bitişik duvarından tüm sesler duyuluyor. Laura öğleden sonraları çalıştığı oyuncakçı dükkanının deposunda seviştiği adamdan bağıra bağıra bahsediyordu kocasına dün gece. Adam da ona bağırıyordu, "bütün bunları yaparken seni aldatmış olduğumu düşünme" diyordu Laura.
"O adam bir müşteriydi. Çocuklarına oyuncak almak için gelmişti. Sonra her gün gelmeye başladı. Nasıl oldu bilmiyorum, elimi tuttuğunda onu arkadaki depoya götürdüm. Orada seviştik. Adam her gün geldiğinde, elimden tutup bu sefer o götürdü beni depoya. Ama seni aldattığımı hiç düşünmedim. Bu genç çocuk daha öğrenci. Aramızda çok masumane bir arkadaşlık var. Her şeye rağmen ben seni seviyorum."
Bütün bunları duymamak için kulağımı tıkadım. Uzun bir süre ses gelmedi bitişik duvardan. Adam ikna olmuştu belli ki. Şimdi Laura'yla beni ayıran ince çizginin ne olduğunu düşünüyorum. Ben de hiç bir şeyin ağırlığını duymuyorum artık. Laura'yla aramda ince çizgi bile yok. Her yeni ilişkide kendime uzaklaşıyorum ya da yakınlaşıyorum. Garip şeyler oluyor kendimle med-cezir oluyorum. Ama şurası bir gerçek ki anıların ağırlığı her defasında biraz daha hafifliyor. Ağırlaşan sadece çekmecedeki defter.
Kim'in eli saçlarımda...
O kafeye beni bağlayanın ne olduğunu biliyorum. Ama bir gün çekip gideceğim. Geçende kafeye gelen borsacı yakışıklı adamın peşinden gittiğimde her şeyi ardımda bıraktığımı çok daha iyi anladım. Öncesiz ve sonrasız olan her ilişki, her durum beni böyle niye çekiyor? En çok da kaskatı bedenimin ağırlığını taşımaktan yorulmuşum. Bunları düşünüyorum şimdi onun yanındayken. Daha içeri girer girmez anlaşmışız gibi yanıma geldi.
İki saat sonra mesaimin biteceğini söyledim Kim'e. Park ettiği mavi arabasına yürüdük. Uçurumlarımın kıyısına götürdüm onu. Tam da o kıyılarda bana sarıldığı anda bedenimden sıyrıldığımı hissettim. Kim'in eli saçlarımda gezinirken, Türkiye ve Cem'in anlattıkları geldi aklıma. İçerden çıktıktan sonra iş bulamadığı sürelerde zenginleşmiş eski yoldaşların onu nasıl tanımazlıktan geldiklerini, bir süre pazarlamada her sattığı ürün başına aldığı primle nasıl zavallı bir yaşam sürdüğünü gözümün önüne getirirken, niye evlendiğini daha iyi anladım. Solcular artık siyasi çekinceleri olmamasına rağmen niye buralara akın akın geliyorlardı?
Onlar da Cem gibi yapayalnız ve zavallı olduklarını unutmak mı istiyorlardı bu refah ülkesinde? İşsizlik sigortasından yararlanmak için, buranın vatandaşı olmak için yaptıkları sahte evlilikler. Bir kez daha döneceğim kafeye, defteri alacağım. Artık bir daha gitmeyeceğim oraya. Uçurumun kıyısındaki o kütükler duruyor halen. İşte oradalar.
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'da orada, o kütüklerin arasında duruyor. Milan Kundera, benimle birlikte Tamina'yı da getirmiş bu kıyılara. Tamina, benim sularımla sağlamlaştırdığım kütüklere sıkı sıkı tutunmuş, aşağı düşmemek için çırpınıyor. Kim'in elleri saçlarımda, ben Tamina'nın yanına yaklaştıkça saçlarım uzuyor, Tamina'nın elini tutmama iki adım kaldı sadece.
"Bir şeylerin olması gerek..."
Tamina, mektuplarının geleceğinin babasının düşmanca elleriyle kaynanasına bağlı olduğunu düşünmekten dehşete düşüyordu. Bir süredir, not defterlerinin yabancılarca okunmuş olabileceği geliyordu aklına ve başkalarının bakışlarını duvarlardaki yazıları silen yağmura benzetiyordu. Ya da bir fotoğraf laboratuarında, banyodaki filmin üstüne vakitsiz düşen ışık gibiydiler, duyarlı kâğıt bozulur ve resim mahvolurdu. Yazdıkları şeylere anlam ve değer verenin, o anıların yalnız kendisine ait oluşları olduğunu anlıyordu. Bu niteliklerini yitirdikleri zaman onu yazılara bağlayan özel bağ kopacak ve onları artık kendi gözleriyle değil, başkasına ait bir belgeyi öğrenmiş bulunan yabancıların gözleriyle okuyabilecekti. Böylece kendi eliyle yazmış olduğu şeyler de ona yabancı olacaktı. Her şeye karşın, kendisiyle o satırları yazan arasındaki çarpıcı benzerlik sürüp gidecekti ama bu onda bir tür karikatür ve alay izlenimi bırakacaktı. Hayır, o notları yabancı gözler okumuşsa, o onları bir daha okuyamazdı. İşte bu yüzden o kadar sabırsızdı ve mektuplarıyla notlarını, geçmişin izlenimlerini üstüne geçirmiş olduğu bu belgeler henüz bozulmadan bir an önce ele geçirmek istiyordu.
Bibi, kahveden içeri girdi ve tezgâhın başına oturdu...
"Bir devrim gerek," dedi Bibi. "Bir şeylerin olması gerek! Sonunda bir şeylerin olması gerek."
O gece Tamina düşünde devekuşlarını gördü. Parmaklığın önünde dikiliyorlar ve hep birden kendisine bir şeyler söylüyorlardı.
Küçük ölüm(ler)...
Dehşete düşüyordu bundan. Kımıldamıyordu, dilsiz gagalarını gözlüyordu. Büyülenmişçesine. Dudaklarını çırpınırcasına sıkıyordu. Çünkü ağzında bir altın halka vardı ve bu halkadan dolayı korkuyordu. Onu ne diye ağzında bir altın halkayla hayal ettim? Bunda benim bir suçum yok. Öyle hayal ettim işte. Ve birden bir tümce geliyor aklıma: Hafif saydam, madeni bir ses: bir gümüş vazoya düşeri bir altın halkanın çıkardığı ses gibi. Thomas Mann, daha çok gençken ölümden söz eden çocuksu güzellikle dolu bir öykü yazmıştı: bu öyküde ölü güzeldir, insanın gençken hayal ettiği gibi güzeldir ve o yaşlarda ölüm henüz gerçekdışı ve büyüleyici bir olgudur, uzaklardan gelen mavimsi bir sese benzer. Öldürücü bir hastalığa yakalanan genç bir adam, bir trene biner ve bilinmeyen bir garda trenden iner, adını bilmediği kente kadar yürüyerek gider, herhangi bir evde, alnı sivilcelerle dolu bir kadının evinde bir oda kiralar. Yo, bu ikinci elden kiralanan odada daha sonraları olanları anlatacak değilim, sadece önemsiz bir olayı 'anımsatmak' istiyorum:
Hasta genç adam odasında yürürken, ayak seslerinin arasından bitişik odalardan tanımlanması güç bir ses işittiğini sanıyordu, hafif saydam, madeni bir ses. Ama bu belki de bir hayaldi. 'Gümüş bir vazoya düşen bir altın halka gibi' diye düşünüyordu.
Öyküde bu sesle ilgili küçük ayrıntı bir sonucu olmayan ve açıklamasız bir anlatım olarak kalıyordu. Salt olay açısından hiçbir boşluk yaratmaksızın çıkarılıp atılabilirdi. Bu ses sadece çınlamıştı. Kendiliğinden, öylece. Sanıyorum ki, Thomas Mann, bu hafif, duru, madeni sesi, sessizliği vurgulayabilmek için çınlattırmıştır. Güzelliğin işitilmesine gereksinimi vardı, çünkü onun sözünü ettiği ölüm, 'güzel ölüm'dü ve güzellik, anlaşılabilmesi için en küçük sessizliğe muhtaçtır. (AS/EÜ)
_______________________________________________________________________
* Bu yazıdaki italik-kalın olarak dizilmiş bölümler, Milan Kundera'nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'ndan alıntılanmıştır.