Sizin de öyle yazarlarınız var mı? Dünyasının, dilinin içinde gönüllü hapsolduğunuz, hikayelerinin karakteriyle hemhal olduğunuz, satırları arasında varoluşunuza baktığınız, yeni bir kitabının çıkacağını öğrendiğinizde yaşamın kendiliğinden, öylece durduğu yazarlarınız var mı? Benim var: Gaye Boralıoğlu.
Hepsi Hikaye'den bu yana, yani 25 yılı aşkın süredir, hayatımın durakları gibi her bir Boralıoğlu kitabı. Aksak Ritim'deki kullanılan aksak dil, Mübarek Kadınlar'ın can yakan sert öyküleri, Dünyadan Aşağı'nın yanıbaşımızda tanıdığımızı hissettiğimiz Hilmi Aydın’ı, babaların ve oğulların hikayeleri, neyse o gerçek denilen, kopmadan biraz sıyrılarak yüzünü alametlere çeviren Alametler Kitabı ve belki de en özgün ve çok katmanlı kitaplarından birisi olan Meçhul’de fotoğraflardan memleket hallerine uzanan bir yol, başka bir biçim denemesi.
Tüm bu külliyata, yani yaşam duraklarına, olduğu gibi bir kitap daha eklendi şimdi. Öyle mi değil mi bilemezken hiçbirimiz, sessizce yeni durağa geliverdik, sanki “her şey normalmiş gibi”...
“İnsan dünyada bedeni kadar yer kaplamıyor.” diyerek tanımaya başlıyoruz Lora'yı, Arda'nın anlatımıyla. Bir erkeğin gözünden, sözünden, gönlünden geçirerek anlatmak istemiş hikayeyi Boralıoğlu. Belki tam da bu yüzden, bir yandan zor bir ilişkiyi ilmek ilmek örüyorken ya da belki de söküyorken mi demeli, diğer yandan bir aşkın erkeğe düşen payının yarattığı umutsuzluk dile geliyor Lora'da ve daha hikayenin başında “Sen umutsuz vakasın.” demesiyle, Arda'nın adım adım derinleşecek umut(suzluk?) yolculuğu başlıyor.
İçe doğru büzüşen bir ilişkiye tanık oluyoruz sanki. Sevginin, tutkunun, şehvetin de olduğu ve bir yandan da bir türlü olamayan bir ilişkinin “erkek” tarafını okuyoruz kitap boyunca. Lora'sız Arda, bir yok oluşun öyküsü gibi. “Oturuyorum. İçeriden su sesi geliyor. Salon küçülmüş gibi. Salon değil yalnız, bütün ev. Küçülmüş, kararmış. Kanepenin üzerinde ben de küçülmüşüm, kayboluyorum. Ruhum dar.” diyor, içine doğru patlayan bir dünyada tek kalmış hisseden Arda.
Roman boyunca pek çok kez karşımıza çıkan ilişkisel gelgitlerin en canlı örneklerinden birisinde, tam Lora gitmeden önce, hayatlarının belki de ilk ve son sevişmesini, bizleri de o iki bedene, duygulara, aşka yerleştirircesine anlatıyor Boralıoğlu: “Uzun, upuzun, hayatımızın en uzun sevişmesi... Birbirimizi hırpaladığımız bütün cümleler geride kalmış. Soluklarımızdan başka sözcük yok aramızda. Dokunduğumuz her yer birbirimizin izi. O izlere değdikçe kavruluyoruz. Bedenlerimizdeki yangın şehvetten değil, ıstıraptan. Adım adım bir kuyuya düşüyoruz; zamanın olmadığı büyülü bir kuyuya Bedenimizin her yerine bıçak saplanıyor ve serin bir rüzgar yaralarımızı yalıyor. Ürperiyoruz, korkuyoruz yine de içimizden, ta derinlerden gelen neşeli bir kahkaha duyuyoruz. Nasıl biteceğini bilemediğimiz bir anın ortasındayız. O ve ben yok, eriyip gitmişiz. İki kişi değiliz, biriz ya da binbiriz. Birbirimizin içinde çoğalıyoruz, büyüyoruz, dayanılmaz bir acıyla ve aynı zamanda tarifsiz bir hazla. Hayatımızda ilk ve muhtemelen son kez.”
Satırlar arasında gezdikçe, her şey normal mi şimdi diye sormaya devam ediyorsunuz. Politik tarihi ve özneliği aşkla hizaya sokmadan, birbiri içinde bir varoluş hali olarak göstermeyi ustalıkla başarıyor yazar. Coğrafya kader mi bilemeyiz belki ama aşkın bütün coğrafyaları örten bir atlas olduğunu görüyoruz İstanbul'dan Diyarbakır’a gezinen hikaye boyunca.
İki eksene oturtulmuş ve bu eksenlerin iç içe geçerek prizmalar oluşturduğu bir hikayeyi okuyor gibiyiz. Birbirini çoğalttıkça yok eden bir ilişkiye, “iki varlıktan bir yokluk icat eden” bir aşka bakarken, bir yandan bu aşkın mümkünlüğünü; bu zamanın, bu dünyanın, zamanların ve coğrafyaların izinde sorguluyoruz. İhtimallerin peşinde koşan Arda'nın izinde, umudu arıyoruz. “İmkansızlığın ülkesinde, her ihtimal bir umuttur.” biliyoruz, lakin ihtimal yokken umudu sürdürme mücadelesi bizi nereye taşıyor, onu da yanıtlıyor yazar: “mesnetsiz bir hayal kırıklığı.”
Gaye Boralıoğlu'nun dil ustalığını, bu kitabında da her satırda gözlemliyoruz. Boralıoğlu düşünceyi üretmek için dil kullanmıyor, ürettiği dil yeni hikayeler, düşünceler, duygular için yeni imkanlar icat ediyor. Kitabın dilini değiştirseniz, hikaye de bir bütün olarak değişecek, hislerimiz başkalaşacak gibi. Türkçe'nin tüm kıvrımlarını daha da bükerek, o nefes alanlarında hikayenin satırlardan bizlere doğru nüfuz etmesini sağlıyor.
Bu dünyanın bu zamanına dair bir daveti var Gaye Boralıoğlu'nun: Umut nerede, imkansızlıklardan umuda doğru giderken bir aşık, bir öteki, nasıl hikayeler yazarız, yaşarız? Hikayelerimizin biricikliğini, varoluşsal bir yalnızlıktan menkul bir kesiflikle sunuyor yazar.
Çünkü; “hikaye her şeyden, hatta anlatıcısından da bağımsız. kendi başına bir varlıktır, o yüzden de yalnızdır. En neşelisi bile olsa okuduğumuz her hikayede bir parça hüzün hissetmemizin nedeni belki de onun bu yalnızlığıdır.” Lora ve Arda'nın aşkının en ‘güzel’ anlarında bile satırlardan hüzün damlıyor. Belki de bu davet, bugüne kadar bildiğimizi varsaydığımız her şeyi paranteze alan ve kendi hikayelerimizle birleşen, canlı, yeni ‘hakikat'ler yaratma çağrısıdır.
Mevcut durumda, yazara göre “hakikat kaybolmuştur çünkü” ve “parantezin içinde bir yerlerde” varolmaya devam ediyoruz. Bu nedenle bilinmiş tüm hikayeleri paranteze almalı, keskin cümleler yerine belki de yeni sorular sormalıyız kendimize, birbirimize, aşka, yeryüzüne doğru. Tamamlanmamış cümlelerle bağlanmalıyız birbirimize, aksi durumda, “İnsana dair tamamlanmış her cümle bir eziyet içerir.”
Bu çağrı hepimize; virgülden sonrasına bağlanmalı diğerimiz. Beraber, ancak birlikte bir hikaye yaratabilmeliyiz.
Parantez içine bakabilen, cümlelerini keskinleştirmeyen, teğellenmeye açık bağlar kurmaya dönmeliyiz yüzümüzü. Belki o zaman, insana dair yepyeni hikayelerle, eziyet edilmeyen ilişkilere yakınlaşabiliriz. Belki her tamamlanmamış hikaye ile, yeryüzünü aşkın yüzü yapabilir, coğrafyalardan oluşan atlası, aşkı üzerimize örtebiliriz.
*Gaye Boralıoğlu, (2025), Her Şey Normalmiş Gibi, İletişim Yayınları
(SY/EMK)







