Bugün gözaltında kötü muamele ve çıplak aramaya maruz kaldıktan sonra intihar eden Onur Yaser Can’ın duruşması vardı.
Dava önemliydi. Can’ı gözaltına alan ve arayan dört polis, ‘resmi belgede sahtecilik, resmi belgeyi bozma, yok etme veya gizlemeden’ 12 yıl sonra hakim karşısına çıkacaktı.
Oradaydım. Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi Cuma günü olmasından mütevellit sakindi. Diğer günlerde kapıda oluşan giriş kuyrukları yoktu.
Doğruca birinci kata 41. Ağır Ceza Mahkemesine çıktım. İlk şoku da burada yaşadım.
Güvenlik ama kim için?
Güvenlik görevlileri turnikelerin ilerisinde bir barikat oluşturmuş, insanları orada bekletiyordu. Onlardan ayrı turnikelere yöneldim. bianet’in beni gazeteci yaptığı ama İletişim Başkanlığının beni gazeteci saymadığı malum basın kartımı (kurumsal kimlik) gösterip duruşma saatini beklemek için salonların olduğu bölgeye geçmek istedim. Ama her zamanki gibi önüme barikatlar serildi.
Gerekçe her davada olduğu gibi aynıydı. “Mahkeme başladığında alacağız.” Yanımdan milletvekilleri geçiyor, danışmanları geçiyor, avukatlar geçiyor, polisler geçiyor ama sıra gazetecilere gelince “Mahkeme başladığında alacağız.”
4 yılı aşkın bir süredir adliyelere girip çıkıyorum. İstanbul 41. Ağır Ceza Mahkemesinin salonu da 20-25 kişilik, ufak olanlardan. Güvenlik görevlilerinin burada aslında söylemek istediği şey daha önceki tecrübelerimle sabit: “Avukatlar, milletvekilleri ve dava müdahilleri girsin, sizi yer kalırsa alırız.”
O mahkeme salonunun kapısı açıldığı gibi hiç yer kalmaz, gazeteciler de dışarıda kalır. Daha önce yaşadım, yaşadık.
1-2 dakika sonra insanların tutulduğu barikat kaldırıldı. Turnikelerde artık yalnız değildim. Barikatta bekleyen herkes artık yanımda ya da arkamdaydı. 10.00’da başlaması gereken duruşma saatler ilerlemesine rağmen başlamıyordu.
Herkesin aklındaki ve dilindeki soru aynıydı: Bizi ne zaman içeriye alacaksınız.
Gazeteci dışında herkes girebilir
Güvenlik görevliler geliyor, güvenlik görevlileri gidiyor. Biz hariç herkes içeriye girip çıkıyor. Sinir katsayıları yükseliyor.
Bir ara bir güvenlik görevlisi salonun küçüklüğünü bahane ederek 2-3 gazeteci alma garantisi bile verdi. dokuz8’den Fatoş Erdoğan üşenmedi saydı. Farklı kuruluşlardan en az 10 gazeteciyiz. Daha arkalarda da en az bir bu kadar daha gazeteci vardır.
Bir ara Sözcü’den Fırat Fıstık güvenlik görevlilerinin amirleriyle konuşmak istedi. Önümüzde duran görevliler sanki biz orada hiç yokmuşçasına Fırat’ı kâale almayınca sinirler yeniden gerildi. Herkes sesini yükseltmeye başladı. Bu sırada güvenlik görevlilerinden birisi arkalardan gelerek Fırat’a doğru elini kaldırdı.
Sözlü tartışma gittikçe yükseldi. Sesleri duyan Ahmet Şık ve Sezgin Tanrıkulu geldi ve ortalığı yatıştırdı. Ancak Sezgin Tanrıkulu da burada polislerle ya da güvenlik görevlileriyle (tam göremedim) kısa bir tartışma yaşadı.
#OnurYaserCan Davası: Duruşma öncesi güvenlik gazetecilerin üzerine yürüdü. Milletvekilleri ile polis arasında tartışma yaşandıhttps://t.co/n6ooNPcxlE pic.twitter.com/9SmGl27Rej
— bianet (@bianet_org) September 30, 2022
Daha sonra duruşmanın daha büyük olan 14. Ağır Ceza Mahkemesinin salonuna alındığını haberi geldi. Gerginlik yatıştı. İçeri alındık. İçeri girdiğimizde de benzer gerginlikler.
Anlattığım sadece bu davaya özgü değil. Hemen hemen her adliyeye gidişimde benzer sorunları yaşıyorum/yaşıyoruz. Yaklaşık iki yıl önce, koronovirüs günlerinde “Herkes girebilir, gazeteciler giremez” diye yine bir adliye günümü yazmıştım.
Haberi kamuoyuna geçecek olanlar bizleriz, aynı polisler, avukatlar ya da milletvekilleri gibi kamusal görev yapanlar da bizleriz ama her dava öncesinde aynı sıkıntıyı yaşayanlar da bizleriz.
Davaları takip etmemiz engelleniyor ve “Talimat böyle” lafının arkasına saklanılıyor. Aynı Onur Yaser Can davasında yargılanan polislerin "Talimat neyse onu uyguladık" savunması gibi.
(HA)