İlk şiir kitabı 1998’de “Üzülmüş Evler Kraliçesi” adıyla yayınlanan Hüseyin Köse’nin “Şair ve Taifesi” kitabı Aralık ayında raflardaki yerini aldı.
Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisinden çıkan kitapta Köse, Mahvedici Melek, Orada Olmayan Adam, Unutma Mesafesi gibi şiir kitaplarına attığı bakışın ardından, Arkadaş Zekai Özger, Ülkü Tamer, Bejan Matur, Yavuz Türk, Şeref Bilsel gibi şairleri selamlıyor. Selamlamanın ötesinde şairlerin şiir anlayışlarını, eserlerini geniş ve doyurucu bir değerlendirmeye tâbi tutuyor. 1998 yılında “Arkadaş Zekai Özger Şiir Ödülü”ne layık görülen Üzülmüş Evler Kraliçesi kitabından sonra sırasıyla Mahvedici Melek, Orada Olmayan Adam, Unutma Mesafesi ve son olarak da geçen yıl “Taşlara Düğüm” adlı şiir kitapları yayınlanan Köse’nin, “Şair ve Taifesi” isimli kitabı deneme, kritik, polemik ve söyleşilerini bir araya getiren 10 yıllık bir emeğin ürünü. Kitap arka kapaktan ödünç sözlerle, “şiirin acıyı erginleştiren ikliminde, belki de kendine tutunmanın ayartıcı sarhoşluğuyla taifeli taifesiz yılların yazılı kayıtlarını tutuyor.”
Şiir kitaplarının dışında Medya Mahrem, Kara Perde, Kamusal Alan, Flanör Düşünce, Şovenist İnşa, Skolastik Fantazya, İletişim Bilimlerinin Unutulmuş Kökleri gibi pek çok bilimsel ve çeviri çalışmalarına da imza atan Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Köse, şiir alanında önemli eserler ortaya koymuş bir şair. Gerek akademik gerekse de edebi alandaki üretkenliğiyle tanınan Köse, Şair ve Taifesi’nde şiiri ve şairi tanımlamakla başlıyor söze.
“Şiir” diyor, “gerçeklikler inşa etmez, daha ziyade belli bir amaçla yapılandırılmış anlamsal ve söylemsel çerçeveleri imha eder.” Fransız yazar Georges Bataille’in şu sözünü örnek veriyor: “Şiir sadece onarıcı bir yıkımdır. Gururlu bir sersemliğin zamandan kopardığını çürüyen zamana (geri) verir.” Şiirin sesle anlam arasında bir duraksama olduğuna dikkat çekiyor şair. Ona göre şiir, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, söylemekten ziyade susma işidir biraz da. Diyor ki “şairin susmayla aştığı şey, aynı zamanda hem kendisini çevreleyen verili olanın reel dünyası ve ampirik (deneysel) bilgisi hem de bizzat ‘toplumsal bir varlık olan insan’ın kendisidir.”
“Bunca hüzün, bir rüya gibi anlatılır mı hiç?”
Toplamda dört bölümden oluşan Şair ve Taifesi’nin ilk bölümü şairin kendi yaşamsal ve yazınsal geçmişine bir yolculuk niteliğinde. Şiir bir bakıma onun için bir mucize. “Şair ve Aporia’ları”nın ikincisinden sözlerle, “Şairsen anlarsın, anlaşılmayanı, gizlice yaklaşmakta olanı; budur senin mucizen.” “Ve anlamazsın” diyor şair, “gün gibi aşikâr olan ne varsa başkaları için. Çoğaltırsın ha bire kendi yalnızlığını eksilmişliğinden; bir kelebeğin geniş bir ırmağın sularını taşırması gibi.”
Şimdiye dek yaşamı, aşkı, hüznü, çocuksu sevinci ve “insan”a dair her türlü duygulanımı ele alan şiirleriyle okurları sarıp sarmalayan Köse, bu kez mensur bir dille anlatıyor. Bunu yirmili yaşlarına inen bir yolculukla yapıyor aslında. Hani birçoğumuzun, deyiş yerindeyse kendini bulduğu, mücadelesinin perçinlendiği, gerçekten âşık olduğu, belki de yaşamındaki en güzel ve en ölümsüz anların biriktiği, restoranlarından sinema salonlarına, iskelelerinden tren istasyonlarına, meydanlarından sokaklarına değin her zerresinin bir şeyler fısıldadığı bir şehri vardır ya, İzmir de öyle bir şehir şair için. “Ey bol dinelişli İzmir’lerin alçalmakta sınır tanımayan yukarısı! Göz çukurları içinde bir uykunun, deliresiye çocuktum o zamanlar, dipte deniz yosunları gibi hafif dalgalı saçlarım; yüzümde namütenahi uğuldayan bir rüzgârla savurup durdu beni oradan oraya hayat. Anaforlu bir gençlikti benimkisi ama dingindi de Pasaport Rıhtımı kadar…” Ama şimdi yıllar geçmiştir üzerinden veya ilk günkü gibi hatırdadır anlar: anlatılmaz… “Ey ilk gençlik huylarımın Limon Tepeleri’ne bağdaş kurup oturmuş akşamları! Bunca hüzün, bir rüya gibi anlatılır mı hiç?”
Şair, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ahmed Arif ve Metin Altıok gibi edebiyat dünyasının büyük şâirlerine selam göndermeyi de ihmal etmiyor. Örneğin bu şairlerle nasıl tanıştığını, onların kendisindeki yerini anlatıyor. “Kocaman bir güle kazınmıştı sözgelimi Cemal Süreya; o gün bugün bütün güller onun adıyla açar.” Ece Ayhan, ilk gençlik yıllarının şâiridir Köse’nin. Sokak sokak omzunda eğreti bir çatıyla su taşıyan kadınların eteklerine koyu bir azap gibi yapışıp kalmış çocuklardır, Ahmed Arif’in durağında bulduğu. Metin Altıok ise sırtında sadakıyla (İçine ok konulan torba veya kutu biçiminde kılıf) taşralı bir yalnızlığı tavaf eden cefakâr âdemdir; “her dem eğik boynu, yüzünde buruşuk bir acıyla yaşama saygısından olsa gerek hiç büyümemişti göğsündeki yavru kumru.”
“Ve” bağlacının sırrı
Köse, “Şair ve Meleği” bölümünde 20. yüzyılın ünlü ressamlarından Vasiliy Kandinsky’nin “Bir sonraki çağ, kesinlikle ‘ve’ bağlacının hüküm süreceği bir çağ olacaktır” sözünden hareketle “ve”nin yaşamsal anlamdaki önemine dikkat çekiyor. Kandinsky’nin, bu veciz sözüyle “ya / ya da”, “şu ya da bu”, “sağ ya da sol” gibi karşıtlıkların sonunu getiren bir yeni yüzyılın eşiğinde olduğumuza dikkat çektiğini belirterek “Ve’ insanlık için şahane bir imkân, düşünsel bir kenetlenme, insan yazgısının koşulsuz ortaklığı, bireyin edebi insanlığını tamamlayıcı bir koşul olarak ‘öteki’nin varlığının da hesaba katıldığı ortak bir yaşarlık algılamasıydı” diyor.
Şâir lafı çok da uzatmadan zaman zaman “ile”nin yerine de kullanılan “ve”yi “İle”ye bağlıyor; İle, 2000’lerde İzmir’de yayınlanan bir kültür-sanat ve edebiyat dergisi. Göz önünde değil, “sözlerinin arkasında durmayı tercih etmiş kimseler” diye bahsediyor oradaki şairlerden.
Ve söz nihayet Mahvedici Melek’e geliyor. 2007’de çıkmış olan Mahvedici Melek, şâirinin deyişiyle, “karşılıklı konuşmayla, sözle varılan bir arınma niteliğinde çıkmıştı okurun karşısına.” Pekâlâ, şair kitabındaki şiir kişisi Adel ile olan uzun söyleşilerinde neden bir “meleği” tercih etmişti? Bunu Özdemir Asaf’ın “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler” diye bilinen ünlü dizeleriyle açıklamamız yanlış olmayacaktır. “Çünkü melek” diyor şâir “en çabuk ve en hızlı kirlenen şeydir hâlâ. Hırsın, nefretin, zalimliğin, zifiri karanlığın sıfır noktasıdır öte yandan; hep masum ve aydınlık kalmasına özen gösterdikçe biz, bembeyaz bir dehşetle kararan vicdanımızın zincirlerinden boşandığı son halka.”
Onun için renklerin birincisidir aşk; beyazdır ve henüz kirlenmemiş olandır. Nitekim aşkı “onmaz bir yara, hep açık kalan, hep kanayan; belleğin her köşesinde gezinip duran, insanın ilk kez bir başkasında kendine rastladığı bir düş-an” diye tanımlıyor.
Köse’nin Orada Olmayan Adam (2010) adlı kitabının ise şiir-sinema ilişkisi anlamında farklı bir deneyimin yazınsal ürünlerinden biri olduğunu gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz. Bir nokta atışı yapıyor şâir bir bakıma; Orada Olmayan Adam, “herkes, her cümbüş oradayken orada olmamayı” anlatıyor. Şairin ilk bölümde, yalnızlığın herkesin birbirine bıraktığı ince bir sızı, bir ıssızlık denklemi olduğunu yazması gibi. Orada Olmayan Adam tabiî bir yandan okurun kendi şiirsel deneyimine de seslenen bir kitap olarak çıkmıştı karşımıza. Sinema filmlerine atıflarla örülü kitabına istinaden şair örneğin “Bir Zamanlar Amerika” adlı filminin “şiirsel çekimi”ni yapıyor: “Sonra mihnet etmeyen uykuyu buldum/Yerin altından gittim/Dumanı suskuya çöken hayâl/Ayık zamanlarımda.”
Şâirin toprağı
Kitabın üçüncü bölümü olan “Şair ve Kavgası”nda şâir, toprağının ne olduğu sorusuna yanıt veriyor. Bu noktada kendisini besleyen şairlerden bahsetmekle birlikte, şu soruyu gündeme getiriyor: “Çok şeyin ‘unutulacak kadar değerli’ olduğu bir zamanda birkaç satırın hükmü ne ki?”
Yaşadığımız çağda hızın, tüketimin, sıradanlığın, yüzeyselliğin bu derece yaşamı kuşatmasına; biricikliğin, özgünlüğün, felsefî derinliğin hükmünü kaybetmesine bir sitem gibi. Ona göre, “şu günlerde ilkin unutulup gitmesine izin verilmeyecek denli değersiz olanlar aldı başköşeyi…”
Ardından ise popüler olanın, üstüne çok konuşulan şeylerin, ne kadar az şey söylemiş olduklarının ortaya çıktığından bahsediyor. Özgünlük onun şiirini şiir yapan en önemli etken aslında. Peki Hüseyin Köse’yi besleyen ne? Kitaplar, filmler, müzik ve elbette hepsinin en ince atlası, anakarası olan dediği şey: hayat… Şiirin bir okulu olmadığını belirten Köse, “Şiir için hiçbir atölyede çırak durulmaz. Nasıl ki hayatın belli değişmez bir sistemi yoksa yazmanın da yok” diyor.
Şiirin ekonomi politiği
Öyleyse tam da sırası “içeride şiir dışarıda hayat var” ise, “Ekonomi politik olmadan şiir ne işe yarar” sorgusuna girmenin. Köse üçüncü bölümün sonunda böyle bir soruya yöneliyor. Eleştirel bir yaklaşımla, ülkenin içinde bulunduğu tabloya nokta atışları yapıyor; Horkheimer’dan ödünç aldığı “akıl tutulması” benzetmesiyle, Batı uygarlığının düşünsel ve tinsel krizinin, henüz aydınlanmasını bile tamamlayamamış bir yarı-ulus gerçeğinin tahrip edilmiş belleği üzerinden işleyen bir komploya dikkat çekiyor.
Diyor ki, “Bu öylesine yıkıcı, içeriği açısından öylesine geniş kapsamlı, tam ve kusursuz bir köksüzleşmeyi başarabilmek adına kendine verdiği mühlet bakımından öylesine uzun erimli bir komplo ki; ülke, vatan, millet diye diye iradesini biat külliyesine vakfedip cukkayı doldurmaya azmetmiş ‘fukara dostları’, düşünceyi düşünceyle zımparalamak için yola çıkmış takiyyeci ‘demokratlar’ üretmekte.”
Köse ülkenin kültür-sanat-şiir ortamının ana ve ara renklerinin de bu manzaradan ayrı düşünülemeyeceği kanısında. Bu manzaranın sanattaki karşılığının “muhafazakâr sanat”, “İslami sanat”, “sosyalist İslamcı sanat” gibi kavramlara işaret ettiğine değiniyor. Örnek olarak Zarifoğlu, Karakoç, Özel ve Kısakürek’i sayan Köse, 28 Şubat’tan beri git gide sekülerleşmekte olan İslami hayata koşut olarak dünyevileşen muhafazakâr/İslami bir kavrayış gerçeğinin olduğuna, günümüz konjonktürüyle de bunun teşvik edildiğini ifade ediyor. “İslami muhafazakâr çevre içinde daha ayakları yere basan daha yıkıcı ontolojik ve toplumsal meselelere eğilen bir şiirsel/edebi duyarlılık” gelişmekte” diyor. Ama kendine muhafazakâr diyen sanatın hâlâ değiştirmeyi, dönüştürmeyi, sorgulamayı etik ve estetik bir ilke olarak çabasının merkezine koyacak nitelikten yoksun olduğuna vurgu yapıyor:
“Genel olarak ve her şeye rağmen güle, gazele, bostana şiir düzen (…) her form/kılık altında ve her fırsatta onaylayan ve uysal bir dili dolaşıma soktuğu sürece, var olmanın o güzel ve tekinsiz fırsatını kaçırmayı sürdüren bir sanat biçimi olarak düşünüyorum muhafazakâr sanatı.” (SE/ÇT)
* Şair ve Taifesi, Hüseyin Köse, Ayrıntı Yayınları, 272 Syf. 2015 İstanbul