Yavuz Ekinci yeni romanı "Belki de Dünyanın Sonundayım"da Osmanlı döneminde padişahların çocuklarını, çocukların babalarını taht uğruna, iktidar uğruna boğmalarını, zehirlemelerini, tuzak kurmalarını konu edinmiş. Bunu yaparken birçok filme, şiire, romana, tiyatro oyununa konu olmuş baba-oğul arasındaki çekişmeyi, rekabeti edebiyatın geniş yelpazesinden zengin diliyle yapmış. Sigmund Freund'un psikolojiye hediye ettiği Odipus akaompleksi teorisi etrafında genişleyen bir çekişmenin romanıyla tanıştırıyor yazar bizi.
Daha önce "Rüyası Bölünenler"de de aynı konuyu irdeleyen yazarın bu konudaki merakı bize, "bu hamur daha çok su kaldırır" deyişini hatırlatsa da neredeyse her yazarın (çoğunlukla erkekler) bir gün bu konuyu tadacak kadar derin olduğunun işaretlerini de veriyor.
"Belki de Dünyanın Sonundayım" beş ana bölümden oluşuyor:
İlk bölüm Gül: Arifeyi, tedirginliği ve beraberinde hazırlığı, huzursuzluğu ve aşkı; Anelya'ya olan tutkuyu,
İkinci bölüm Lale: Kendini tanıma, tartma, bilme ve tek olma, bir olma gayretini,
Üçüncü bölüm Sümbül: Acı, keder, hüzün, değişim ve dönüşümü,
Dördüncü bölüm Karanfil: Karanfilden rengini alan kan, zafer, haykırma, kendini tanıtma/belletme, helalleşme, hesaplaşma ve arınmayı,
Beşinci bölüm Zambak: Yalnızlık, başa dönüş, yanılma, aldanma ve zarafeti simgelemektedir. Yazar bu bölüm başlıklarını belirlerken Divan Edebiyatından esinlenmiş olabilir.
Sinematografik bir dil
Sinemada kullanılan birçok simgeyi yazar burada sözcüklere can vererek çok sık kullanıyor. Sinemada, gökyüzünde uçan kuşun özgürlüğü temsil etmesi gibi yazar da hikâyesindeki karanlığı, tedirginliği, tekinsizliği bazen bir geyiğin kaçışıyla, bazen sonuna kadar açılmış bir çift gözle, bazen avının peşinde olan bir şahinin mızrak gibi yere çakılışıyla bazen de avından kaçan bir serçenin kalp atışlarını okuyucunun avucuna bırakarak yapıyor. Aynı taktiği zaman için de kullanıyor; zamanı durduracaksa baykuş birden susuyor, rüzgâr buz kesiyor.
Anlatıcı Şehzade Davud'la tanıştığımızda oldukça merhametli, iyi kalpli biridir. Bunu kullandığı dilden, hissettiklerinden ve gelişmiş empati yeteneğinden de görebiliyoruz. Bindiği atın toynakları altında ezilen otun, börtü böceğin sesini duyduğu gibi kampta etle beslenen askerlere bakışı ise "koyunları boğazlıyorlar" şeklindedir.
Romanın ilerleyen bölümlerinde babasının daha önce yazdığı bir nota ulaştığında da bu tezimi destekleyecek bir bilgiyle karşılaşıyor zaten. İlk defa başkasının kendisi hakkındaki düşüncelerini açıkça ifade edişiyle; "Şehzade Davud çelimsiz biri... İçine kapanık. Tahta çıkma ihtimali yok...." sarsılır. Ama bu aynı zamanda kendisine de iyi gelir. Zira "Çevremdekilerin bana asla söyleyemeyeceği kusurlarımı bu rapor sayesinde öğrendim" ( sf: 93) diyerek etrafındaki dalkavuklar hakkındaki düşüncesini daha geniş bir eleştiri olarak anlıyoruz.
Konuyu fazla dağıtmadan şuraya gelmek istiyorum, merhametli, düşünceli, iyi kalpli, şiire, felsefeye ve kelam çalışmalarına önem veren şehzade ilerleyen bölümlerde değişerek tozu dumana katarak önüne ne geliyorsa yakıp yıkacak duruma geliyor. Kendi öz yeğeninin canını (daha bebek) alacak kadar canileşen bir devlet adamına dönüşen karakterin değişmesi elbette ki edebiyatta da gerçek hayatta da karşılığı vardır. Dairesel ya da yuvarlak karaktere iyi bir örnek teşkil ediyor; karmaşık ve tahmin edilenden uzak.
Savaş insanı kendine yabancılaştırır
Yavuz Ekinci'nin güçlü kaleminin altında yatan sırrı bence kullandığı masal diline olan hakimiyetiyle açıklamak mümkün. Biraz önce şehzadenin değişimine değinirken onca savaş, katliam, entrikaya şahit olan birinin değişmeden kalması elbette ki mümkün değildir ve inandırıcı da olmazdı. Yazar, "savaş insanı değiştirir, yabancılaştırır, gaddarlaştırır" diyerek savaşı karalar. Savaş kötüdür ama savaşı çıkaranın, körükleyenin asıl sebebi iktidar hırsıdır, taht hırsıdır. İktidarda temiz olarak kalınmaz; "savaş kötüdür ama iktidar hırsı daha kötüdür" diyerek okuyucuya mesaj vermeyi de ihmal etmez. Elbet mesaj verme kaygısıyla oynatmaz kalemini, bu dar kalıplara hapsetmez kendini.
Adaletin kadar anılırsın
Evlat mı babanın sırtında yüktür yoksa baba mı evladın kamburudur? Babasının soğumuş eline dokunarak öldüğünden emin olduğunda, "... Omzumda ağır bir yük kalkmış gibi mahzun ve nemli gözlerle odadakileri süzdüm" ( sf: 122 ) diyerek eski bir tartışmayı yeniden ateşler. Mal da yalan mülk de yalan, biraz da git sen oyalan diyerek "bir dönem iki kıtaya nam salmış, iki cihanı fethetmiş olsan da arkanda ancak adaletinle anılırsın" düsturunu romanın merkezine yerleştiren yazarın, sultanların ölmesi sonrasında yapılması gerekenlerle ilgili araştırma yaptığını da görüyoruz.
Sultanın (babası) öldükten sonra saraydaki törenlere değinen yazar, bunu daha çok hissiz bir ritüelin, bir devlet geleneğinin zorunlu gösterişi şeklinde betimler. Bunun altında yatan da, biraz önce söylediğimiz adaletin kadar anılırsın mevzusunda hükümdarın, devlet adamının halkına ve ülkesine olan sevgisindeki samimiyetle eşdeğerdir.
Tatlı ne kadar sona saklansa da ben tam tersini yaparak romanın gözden kaçan ufak pürüzlerini söylemeden geçmek istemiyorum. Şehzadenin, gece kamp kurdukları yerde adeta gece görüş dürbünü takmışçasına hareket eden her şeyi görmesi (geyikleri, ormanda havalanan keklik sürüsünü vs.) pek olası değilken olsa olsa yazarın gözünden kaçmıştır. Yine, "Yanımda Şehzade Selim'i de alarak ormana doğru yola koyuldum" (sf: 39) derken, sonraki paragrafta, "Avın üçüncü günüydü... Şehzade Selim'i yanıma çağırdım. (...)Ertesi gün Şehzade Selim'i de yanıma alarak ava çıktım" (Sf:40) der. Şehzade Selim hep yanında değil miydi zaten, kafam karıştı. Ya da ben yanlış anladım.
İşin özetine gelirsek, "Belki de Dünyanın Sonundayım" romanında çokça simgeler kullanılmış, bunlardan bir kaçı: muska, geyik, doğan, yüzük ve kemik. Her bir simgenin romanı derinleştirdiğini söyleyebilirim. Roman geçmiş ve gelecek zamanı üzerinden de okunabilir. Günceli çağrıştıracak çokça çağrıştırım var. Yavuz Ekinci eli ayağı düzgün bir işe imza atmış.
(HB/AÖ)