Başbakan Tayyip Erdoğan 16 Kasım 2013 günü Diyarbakır’da yaptığı konuşmada halka şöyle seslenmiş: “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun bir olduğunu, beraber olduğu birlikte büyük Türkiye yeni Türkiye olduklarını göreceğiz.
Hiç endişeniz olmasın.” Ne zaman “endişe etmeyin” denilse tersi olur.
Bu konuşmanın mantığı nedir acaba? “Dağdakiler” inecek cezaevleri o zaman “boşalacak”, “cezaevleri boşaldığında” o zaman dağdakiler inecek… Eğer böyleyse, asıl endişelenilmesi gereken dağdakilerle cezaevindekilerin birlikte mütalaa edilmesidir.
Bir olgu diğerinin koşulu, dağdakiler cezaevindekilerin, cezaevindekilerde dağdakilerin herhangi bir koşulu değildir, olmamalıdır. Ama hem dağdakiler hem de cezaevindekiler çözümü şart olan gerçeklerdir.
Tutukluluk tutsaklığa dönüştürülmemelidir.
Ama tutukluluk tutsaklık haline gelmiştir. Asıl endişe edilmesi gereken bu durumdur.
Tutuklular, çözülmesi gereken sorunun rehineleri değildir. Dağdakiler için de tutuklanmak veya yargılanmak, tehdit olmamalıdır.
Özgürlükleri, dağdakilerin inmesine, ya da dağdan ineceklerin özgürlükleri halen tutukluluk hali sürenlerin salıverilmesine bağlı değildir. Ne yazık ki, biri diğerinin sonucu olmaya ve giderek biri diğerinin çözümüne çare olmaya sürükleniyor…
Barış için önce cezaevleri boşaltılmalıdır. Dağdakilerin inmesi beklenmez ya da cezaevlerinin boşalmasının koşulu bu değildir.
Görülen siyasi davalardaki siyasi suçlamaların mağduru haline gelen tutukluluklular, cezaevindeki hükümlüler salıverilmelidir. Bir yanda “barış görüşmeleri” yaparken diğer yanda Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) içinde yani bir siyasi parti içinde siyaset yapanlar, Kürt sorunun çözümü için mücadele edenler hakkında ceza davaları açarak, suçlayarak, tutuklayarak ve yargılayarak çözüm bulamazsınız.
Üstüne üstlük mahkemelerdeki “nafile davalardaki” uzun tutukluluk halleri sürdürülen insanları cezaevinde tutarak Kürt sorunu çözülmez.
“Cezaevleri boşalacak” demekle kastınız ne demekse ve kuşkusuz gücünüz yetiyorsa; cezaevlerini boşaltırsınız. Nasıl olsa böyle bir yargı iklimini bilerek yarattıktan sonra, yargıya müdahaleyi normal karşılıyorsunuz. Hem Kürtler ve hem de diğer dile düşmüş siyasi davaların tutuklularının serbest kalmasını, cezaevlerinin boşalmasını gerçekten istiyor musunuz? Yoksa politika mı yapıyorsunuz?
Ankara’dan sonra Diyarbakır’ı da kazanmak amacıyla yaptığınız seçim yatırımdan dolayı BDP’ye de tahammül edemiyorsunuz.
Dava açarak, iddianamelerle suçlamaları sürdürmek, buna karşılık “dağdakilerin” inmesini beklemek ne kadar gerçekçidir? Siyaseten çözülecek sorunları çözmek adına cezaevlerinde bulunan tutuklu veya hükümlü insanların içinde bulundukları “durum” üzerinden politika yapmak insani değildir.
Böyle bir politika cezaevinde insanların kalması üzerine kurulur ve sürdürülürse; kim yaparsa yapsın cezaevindeki insanların onurlarını kırmak ve onları hiçe saymaktır. Özgürlükler ve adalet pazarlık malzemesi değildir. En azından politikalarınız insaflı olmalıdır.
Cezaevlerinde bulunan insanlar üzerinden üretilen politikalar yargıya güveni yok eder ve adalete aykırıdır. Bu durum insanların onurunu kırıyor. Onlar, siyasal gücün çözüm üretmesini, ama doğru ama yanlış “adalet” bekliyorlar, özgürlük istiyorlar ve her sözden umutlanıyorlar.
Sözlerinizle, siyaseteniz ve yaptıklarınız arasında çelişki olmamalıdır. Endişe yaratmayın. İnsanlara sürekli umutlar verip ardından düş kırıklıkları yaratırsanız, bir nebze kalmışsa eğer; hukuk devletine olan güven ortadan kalkar.
Başbakan Tayyip Erdoğan 16 Kasım’da Diyarbakır’da şöyle demiş: “Farklılıklara tahammül edemeyenler bu bölgeye refah getiremezler. Yazarlara, şairlere, gazetecilere sanatçılara tahammül edemeyenler bölgeye barış getiremezler. Kendileri gibi düşünmeyenlere kast edenler bölgeye demokrasi getiremezler.”
Çoğulcu demokrasiye inanıyorsanız, hukuk devletine inanıyorsunuz demektir.
O halde “farklılıklara tahammül” önce siyasetçilerden beklenir. Bu onların yönetim görevidir. Ama farklılıklara tahammül edemediğiniz için durum gözler önünde… Yazarlara, gazetecilere, sanatçılara tahammül edemediğiniz için cezaevlerindeler… Sadece demokrasi istiyorlar, hukuk devleti diyorlar, sadece Kürt sorunun çözülmesini istiyorlar, düşündüklerini ifade ediyorlar. Ama “sizin gibi düşünmedikleri için” kendi yarattığınız ileri demokraside onları hapsediyorsunuz, işten attırıyorsunuz ve ardından nutuk atıyorsunuz… Ne ifade özgürlüğüne, ne örgütlenme hakkına, ne de siyasi haklara tahammülünüz var. Giderek kendinize bile tahammülünüz kalmayacak.
Ne yaman çelişkidir ki; Başbakanın konuşmasından bir gün önce 15 Kasım 2013 tarihinde Uluslararası PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Yayıncılar Birliği 15 Kasım Dünya Hapisteki Yazarlar Günü nedeniyle ortak basın açıklamasında şöyle dediler:
“Hapiste yazar, yayıncı, çevirmen, gazeteci kalmaması için tüm düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen yasa maddeleri, özellikle Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu değiştirilmelidir. Türkiye altında imzası bulunan ve tüm yasalardan önce uymakla yükümlü olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmelerdeki düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik maddelere uymalıdır.”
Uluslararası PEN tutuklanma tehlikesi olan ya da hapiste olan yazarlara dikkati çekmek için 800 vaka arasından 5 örnek olayı, beş yazarı gündeme getirmiş. Türkiye’den Fazıl Say’ın aralarında bulunduğu diğer yazarlar Dina Meza (Honduras), Kunchok Tsephel Gopey Tsang (Çin-Tibet), Zahra Rahnavard (İran) ve Rodney Sieh (Liberya).
Nutuk atan politikacılar, bu isimleri tanıyor musunuz? Başlarına gelen ne biliyor musunuz?
Toplantıda halen aralarında Ayşe Berktay, Cihan Deniz Zarakolu, Füsun Erdoğan, Merdan Yanardağ, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’ın da bulunduğu 73 yazar, gazeteci ve çevirmenin hapiste bulunduğu ve birçok yazar, gazeteci, çevirmen ve yayıncının da hapsedilmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekildi.
Farkında mısınız? Birçok yazar, gazeteci ve yayıncının “hapsedilme tehlikesi” ile karşı karşıya olduklarına dikkat çekilmiş…
Devleti yönetenler, tahammül edilemez bir hal içindesiniz…(Fİ/HK)
* Fotoğraf: Kayhan Özer - Diyarbakır/AA