Tarhan Erdem'in (KONDA’nın) Milliyet'te yayımlanan türban araştırmasına AKP’liler nasıl bir tepki vereceklerini pek bilemezlerken, Doğan Grubu içindeki uçbeyleri Taha Akyol, bir süre soluklandıktan sonra 5 günlük bir köşe yazısı dizisiyle (9-14 Aralık Milliyet), her zaman yaptığı gibi, hepsi de İngilizce olan kaynakları referans göstererek, “derin açıklamalar”(!) getirdi türban konusuna. Öyle açıklamalar ki, türbanı ve Türkiye’deki dinin yükselişini ta 19. yüzyıl İskoçya’sında olup bitenlere kadar götürüp oradan buraya paralellikler kurup “ Endişelenecek bir şey yok” diyerek içimize su serpti sağolsun ve galiba, Doğan Grubu’ndaki laik/demokrat köşeyazarları bu yazılanları pek ikna edici buldular ki, içleri rahat etti. Hiç itiraz etmeyip Akyol’un tahlilleriyle ilgili tek satır yazmadan önlerine baktılar.
Oysa Akyol’un analizi tam bir sosyolojik tahlil sefaletiydi ve bu ülkenin yazık ki sosyal bilimcileriyle kafa bulan bir cüretkarlık örneğiydi. Beklerdik ki, bu sosyolojik tahlil sefaletine birileri iki çift laf etsin. Ama “mahalle baskısı” her yerden önce Doğan Grubu’na gelmiş olmalı ki, kimseden çıt çıkmadı..
Türban ve dindarlaşma, Akyol’a göre, modernleşmenin, kentleşmenin doğal bir uzantısı. Şöyle buyuruyor üstad:
“Genel olarak ifade etmek gerekirse; sanayileşme, şehirleşme, eğitimin yaygınlaşması, ekonomik gelişme gibi sosyolojik modernleşme dinamikleri, eskiden köylerde sakin ve geleneklere bürünmüş olarak duran dinin hareketlenmesine, dindarlığın ve dinsel okumaların artmasına, büyüyen şehirlerde 'pıtırak gibi' her yerde mabetlerin kurulmasına, ibadetlerin yaygınlaşmasına yol açıyor.”
(…)
Şehirleşmenin yarattığı kaos ve yalnızlık duygusu insanlarda köklerine sarılma, kimlik edinme, dayanışma, hayatı anlamlandırma ihtiyacını derinleştiriyor. Bu ihtiyacı karşılayan da inandıkları din...
… bütün Avrupa'da, 19. yüzyılda aşağı yukarı böyle.
Kilise'ye bağlılıkta 1920-1940 arasında azalma, savaş döneminde tekrar artış var. Savaştan sonra Kilise'ye bağlılık hızla azalıyor ve başlangıç noktasına, diyelim, 'normal'e iniyor…"
Arkasından “bize geliyor” Akyol ve diyor ki:
"Şimdi bir soru: Madem modernleşmenin bu uzun aşamasında din böylesine güçleniyor ve bizde de böyle..."
Arkasından üstü örtük, “korkmayın!...” uyarısı var.. Neden korkmayacakmışız..? Üstad diyor ki,
”Metodolojik olarak sorun, bu süreçte yükselen dinin niteliğinin ne olduğudur.
"Ortaçağ dini" mi yükseliyor, yoksa dinin modern hayatla uzlaşan yeni bir algılanması mı?”
Ve hemen yine Avrupa’ya dönüyor,
"Avrupa'nın modernleşme sürecinde yükselen din, tek renkli ve monoblok değildir, çeşitlidir, çoğulcudur. Hugh McLeod'a göre, modernleşme sürecinde yükselen dindarlığın eski Ortaçağ dindarlığından en önemli farkı, 'orta sınıf değerlerinin benimsenmesi'dir; bu, 'dini itikadın karakterindeki değişme'nin en önemli göstergesidir.”
Böylece rahatlayın diyor, orta sınıf değerlerini benimsemiş bir dindarlaşmadan korkmayın.. Peki ya bizde? Bizde de öyle midir durum?
Evet, diyor üstadımız ve merhum CHP’li Turan Güneş’in sosyal demokrat damadı Sencer Ayata’dan aradığı alıntıyı buluyor , muhteşem tahlilini taçlandırıyor. Okuyalım.
“Değerli sosyologlarımızdan Prof. Sencer Ayata diyor ki:
"Bazı sosyologların, Taha Akyol gibi yazarların, türbanın bir şehirleşme, modernleşme olduğu tezi var. Türban geleneksel toplum ilişkilerinden kopuştur, buraya kadar katılıyorum. Ama AKP ile yükselen türban burjuvazisi, kendi kültürünü oluşturmadı. Örnek aldığı laik burjuvazinin kültürüdür... laik kültür modeli hedef alındıkça dini konularda, türban konusunda da ılımlılaşma eğilimi ortaya çıkıyor. (Murat Yetkin, Radikal, 29 Eylül 2007)"
Böylece , aranan “eksik parça” da bulunmuştur. Bizde de din yükseliyor olabilir, ama bundan korkmaya gerek yoktur, o dindarlar (türban burjuvazisi -ne demekse- laik kültürü model aldığı için ılımlılaşacaktır…
O zaman da sormaz mı üstad:
”Madem türbanın yaygın olduğu muhafazakar burjuvazi 'laik kültür modelini örnek alıyor', o halde bir kesimdeki bu irtica korkusu, bu türban nefreti nereden geliyor?”
Değil mi ama ?
Son söz söylenirken neoliberal-gerici yükselişin “masumiyeti” , Batı’nın Hırıstiyan muhafazakarlığı ile denk tutuluyor ve bu yetmezmiş gibi , kabak yine CHP’nin başına patlıyor...
“Evet, Türkiye'de muhafazakarlık yükseliyor ama bu Ortaçağ'a dönüş değildir, aksine, bu muhafazakârlık, liberal değerleri ve "çoklu modernlikler"i de değişik dozlarda içeriyor! Batı modernleşmesinde Hıristiyan muhafazakârlığı yükselirken dengeyi kuran bir sol vardı. Bizde sorun soldadır, irtica paranoyası yüzünden CHP'nin çağdaş sol bir partiye dönüşememesi, varoşlara giremeyişidir!”
Ne sosyolojik tahlil ama!
Paralellik çarpıtması
Bu sosyolojik tahlil sefaletinin neresinden başlamalı?
19. yüzyılın Avrupa'sının yeni kentlilerinin Hıristiyanlığa sarılmaları ile 2000’lerin Türkiye’sinin türbana sıkıştırılmasının arasında nasıl bir paralellik olabilir ?
Soralım; Bizde türban ve politik İslam'ın yükselişi ne zamandan beri tartışma konusudur? Örneğin 1990’lara kadar bu konu bu ölçüde tartışma odağında mıydı? Hayır..
Peki bizde dinin yükselişi, daha doğrusu politik İslam'ın yükselişi 1990’larda mı başladı ? Bir bakıma evet. Peki bizde modernleşme, kentleşme, kısaca kapitalistleşme süreci 1990’larda mı başladı ? El insaf!.. Kırların kentlere göçü, sanayi ve hizmet ücretlisi olmalarının ve başat duruma geçmelerinin en az 50 yıllık tarihi var...
1960 sonrası kentleşme göstergelerine bakıldığında en hızlı kente göç dönemlerinin 1990 öncesine denk düştüğünü görüyoruz (Bkz. www.dpt.gov.tr. Ekonomik ve Sosyal Göstergeler :1950-2006)
Şimdi soralım: Kitleler, 1950’lerden başlayarak ve sonraki onyıllarda daha da hızlanarak kentlere geldiklerinde niye dine sarılmamış, türbana girmemişlerdi acaba ? Gecekondulara sığınan ve 1970’lerde CHP’ye yüzde 50’nin üzerinde oy çıkaran İstanbul’un, İzmir’in, Çukurova’nın işçileri, küçük üreticileri, niye 1990’lara kadar dine sarılmamış, türbana girmemişler, cemaatlere sığınmamışlardı ?
Kentle kır nüfusunun eşitlendiği tarih 1990’dır. Bu tarih öncesinde neden politik İslam bu kadar yoktur gündemde? Az şey midir, 1990’da 55 milyonu bulan nüfusun yüzde 50’sinin kentlere doluşmuş olması?
Korkular….
Taha Akyol’un, eğrisini söylerken doğrusuna denk gelen tek doğrusu var: Korkular…Kente önceden gelenlerin de yeni gelenlerin de ortak duygusu korkular. Ne korkusu? Açlık, yalnızlık korkusu.. Çünkü artan küreselleşmeyle birlikte 1990 sonrasının Türkiye’sine hakim olan artık farklı bir korkudur.
Bu sosyal devletin kazınmaya başlandığı, her şeyin metalaşıp piyasalaşmaya terk edildiği, küresel rüzgarlara gelişigüzel fırsat tanındığı bir dönemin korkularıdır artık. Tarımdan devlet desteği kalkmıştır, tarım, Dünya Bankası’nın düzenlemeleriyle karın doyurmaz olmuştur, tarım girdileriyle çiftçi başedemez durumdadır.
Bölgesel uçurumun iyice yalnızlaştırdığı Doğu ve Güneydoğu’da, bir de can ve mal güvenliği kalmamıştır. Bu korkularla sığınılan büyük şehirse korkunçtur..Tutunacak bir dala ihtiyaç vardır. Kente önceden gelenin iş güvencesi yoktur. Sanayi daralmakta, işsizlik arttıkça insan insanın kurdu olmaktadır..
Eskisi gibi sığınılacak sendika çatısı, güven veren politik örgütlenmeler kalmamıştır..Yetişen gençlere iş yoktur. Her 4-5 yılda kronik krizler yaşanmaktadır. 1994 krizini 2001 krizi izlemiştir ve işsizlik mavi yakalı, beyaz yakalı demeden kasıp kavurmuştur. (1)
Korkar insan tabii ki.. Ama bu korku başka bir korkudur..Türbanı ve politik İslam'ı besleyen büyüten, o karanlığa rüzgar taşıyan işte bu korkudur. 19. yüzyıl Avrupa’sında, 1950-1990 döneminin Türkiye’sinde kapitalistleşmenin doğal seyrinde üreyen korkudan farklı bir korkudan söz ediyoruz. Avrupa’nın dindarlaşmasıyla ilgisi olmayan bir dindarlaşmadan ve onun sembolü türbandan konuşuyoruz. Batı’da yaşananlarla hiç paralellik yok!
Rehin alınmış toplum
Rehin alınmış ve çemberi iyice daraltılan bir toplumuz artık:
Korkuyla yatıp kalkan, krizlerleölümün gösterildiği, “istikrar vaadiyle sıtmalara razı edilen" tüketici kredisi-kredi kartı harcamalarıyla tüketimi kışkırtılıp ardından borçlandırılıp rehin alınan, "beni seçmezseniz kriz gelir"le korkutulan, alternatif bir seçenekten de mahrum bırakılmış bir toplumuz.
Yüksek faize tav olmuş sıcak para girişiyle sürdürülen bir büyümeyle oyalanan, giderek dışa borçlanması neredeyse teşvik edilen ve sırtındaki artan borç yükü ile kendini bir anda düşük kur lobicisi durumunda bulan, IMF işbirlikçisi AKP’ye mahkum duruma düşmüş rehine bir burjuvazimiz var.
Özelleştirme avcılığına çıkarken avlanan, ipleri iktidarın eline geçmiş rehine bir medyamız var.
Rehinelikten teslim almaya ilerleyen, adım adım ılımlı İslam rejimine taşınan, bir tür yükselen faşizm serüvenidir yaşadığımız.
Çanak tuttuğu, icracısı olduğu küreselleşme kökenli yoksullaşmayı, bir tür doğal afet, takdiri ilahi gibi gösteren, sonra da bunun mağduru yoksulları, rant artığı yardım paketleriyle kendine müteşekkir bıraktıran, cemaatine katan bir politik hareketle karşı karşıyayız..Hiç de masum olmayan, hiç de hafife alınmayacak yoksulluk avcısı bir politik kültürdür karşımızda olan.
Laik kültür iddiası
Gelelim "türban burjuvazisi" ve sahiplendiği "laik kültür" iddiasına.. Yükselen muhafazakarlığın, liberal değerleri ve "çoklu modernlikler"i de değişik dozlarda içeriyor olması neyin nesi?
Türbanın yeni, İslami burjuvaziye ait bir sembol olduğunu söylemek de neyin nesi? Türbana giren ya da sokulanların, sadece ve sadece " yeni İslami burjuvazi- orta sınıf kadınları" olduğunu kim, nasıl iddia ediyor? (2)
Çalışan veya işsiz, çalışamayan sınıfta, isteyerek ya da korkudan, çığ gibi büyüyen türbanlaşma, kadın-erkek tüm kesime egemen olan, daha doğrusu dayatılan İslamlaşma nedir peki? Orada da mı laik kültüre öykünme ve iç rahatlatan "ılımlılaşma" söz konusu?
Bu laik kültüre öykünmeyi ciddiye alacaksak, bunu neden Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Gül’ün dayatılmasında, yargıda, YÖK’te, giderek İslami bloğun inşa edildiği medyada, Türk-İş ve benzeri kurumların yönetim oluşumlarında göremedik, göremiyoruz ?
Niye buralarda, agresif bir militanlaşma, kadrolaşma, hem de meydan okurcasına , büyüdükçe büyüyor? Neden türbanlaşmada ifadesini bulan mahalle baskısı bu kadar hissettiriyor kendini ?
Politik İslam'ın, neoliberal gericiliğin ve bunun sembolü haline getirilen türbanın yükselişi, son 15-20 yıldır Türkiye’nin kendini kaptırdığı küreselleşme ve onun sosyal- demografik yapımızda yol açtığı altüst oluşlarla ilgilidir.
IMF-Dünya Bankası ikilisinin neoliberal dayatmalarının, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında Türkiye’ye vermek istediği "ılımlı İslam" rolünün şekillendirdiği bu dönemde, tarihinde olmadığı kadar , köylülükte, tarımda bir tasfiye, kır nüfusunun kentlere savrulması ve yine tarihinde olmadığı kadar kentlerde bir mülksüzleşme, yoksullaşma yaşamıştır Türkiye. (3)
Evet, türbanın, AKP’nin yükselişini, bu yoksullaştırıcı süreçte, bu sürecin yarattığı korkularda, korkudan teslimiyete giden serüvende aramak ve bu tırmanışa geçit vermeyecek bir savunma hattını daha da geç olmadan kurmak gerekir.
Bunun bir yolu da etkili bir ideolojik mücadele vermekte.
Bu tehlikeli tırmanışın üstüne süslü şallar örtmeye, onu normalleştirip içselleştirmeye meydan bulan Taha Akyol ve benzeri ideologlara bugün sessiz kalanlar, tarih önündeki sorumluluklarını hatırlamalılar. (MS/TK)
(1) Yaşadığımız konjonktürde işsizlik, resmen açıklanandan çok daha ileri boyutlardadır. TÜİK’in bilerek ya da bilmeyerek eksik gösterdiği işsizlik, resmi rakamlarda yüzde 10 dolayında. Oysa, daha baştan işgücü arzı tesbitinde büyük bir garabet var. 15 yaş üstü nüfustan çalışabilecek durumda olanların (işgücü arzı) AB ve OECD ortalamaları yüzde 65 iken (Kaynak:OECD,Facts and Figures, 2007) bizde yüzde 48 olarak belirlenmektedir. Daha da garip olanı, 15 üstü nüfusumuz 1988’den 2005’e yüzde 51 artarken işgücü arzı artışımızın yüzde 27’de kalmasıdır. 1988’de yüzde 58 olan işgücü arzımızın 2005’te yüzde 48’e nasıl düştüğününü izah edilebilir bir yanı yoktur, ama resmi işsizliği içeriye ve dışarıya yüzde 10 dolayında göstermeye yaradığı pek aşikardır. Gerçekte, bugün resmen 2,5 milyon dolayında gösterilen işsiz sayısı rahatlıkla 5-6 milyonun üzerindedir..
(2) Sefilleştirilen sosyolojinin Türkiye tahlillerinde son zamanlarda sıkça kullanılan bir kavram da "orta sınıf ve orta sınıfın yükselmesi". Bu tahlilin hangi göstergeye dayandırıldığını anlamak mümkün değildir. Birincisi TÜİK’in hiçbir demografik,sosyal,ekonomik datasında "orta sınıf" tanımı yoktur. Ne hanehalkı işgücü anketlerinde, ne nüfus sayımlarında, ne gelir dağılımı araştırmalarında böyle bir kavram yoktur. Hanehalkı işgücü anketinde ücretli-yevmiyeli/ müteşebbis-kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile işçisi kavramları vardır ve bu kavramlarla bakıldığında yükselenin ücretlilik olduğu, yani proleterleşen bir Türkiye olduğu gerçeği vardır.Gelir bölüşümünde yoksullaşma, dolayısıyla artan kutuplaşma vardır. O zaman bu orta sınıfta kabarma iddiasını hangi sosyolog ortaya atıyorsa verilerle konuşmalı, ya da susmalıdır.
(3)Bu savın bütün verileri için bu satırın yazarının www.bianet.org daki yazılarına bakılabilir.