“Şöyle bomboş gezsem dört gün, aylak aylak ve hiç düşünmeden” diyordu ünlü bir oyuncu kendisine en büyük hayali sorulduğunda.
Mütevazi hayali basitliğin ve sıradanlığın çekiciliğiyle takdir edilir görünse de bir yandan soruyordu insan yine de: Çok mu zordu, çok mu imkansız? Hele ki malvarlığı ve ortalama üstü bir kazançla belirli bir ekonomik doyuma da ulaşmış ve elli yaşına yaklaşmışken hala neyi bekliyordu?
Arzu ile samimiyet topuk vuruyordu o sırada tutarsızlık zeminine. Hepimiz gibi, orta sınıf metropol insanının çıkmazı gibi.
“Aylaklık”, “başıboşluk”, “tembellik”, “serserilik” gibi kavramlarla yine aynı neviden “işe yaramazlık” göstergesi olarak sunulan bu son derece doğal insan halet-i ruhiyesi sistem tarafından nasıl da aşağılanıyordu.
Oysa Paul Lafargue’nin bir delilik olarak gördüğü “çalışma aşkı” kapitalist uygarlığın daha da vahşileştiği günümüzde her türlü doğal istencin aşılarak ikame etkinliklere evrilmesi için de bir zorunluluk olarak algılara yerleşti. “Mali ihtiyaç” algısının kendisi gibi bitmek bilmeyen “erteleme alışkanlığı” insanı yaşamdan koparıp yazgılı olduğu ölüme bir maratonla sürüklüyordu.
Işıltılı hayatların sosyal medyayla daha arzu edilir hale geldiği Türkiye gibi ülkelerde orta sınıf entellektüel-muhalif kesim de yaklaşık olarak aynı hayallerin peşinde sürüklenmekte.
Rastlantıdan uzak sıralı yaşam içinde konforunu kaybetmek istemeyen bu kesim sadece şikayet eder pozisyonda iken, İngiltere gibi başka ülkelerin özellikle genç kesimi asgari bir kazançla başıboş olarak dünyayı da gezebilmekte. “Nasıl oluyor bu?” sorusunun cevabı aslında çok da yabancı değil. Alışkanlıklar ve konfor alanlarının terkiyle, gerçek ihtiyaçların belirlenmesi ve kapitalist sistemin kibirli aşağılık kavramlarından komplekse girmeden uzaklaşmak en temel faktörler.
Bu da insanın türüne sadakatiyle ilgili aslında. “Orman kanunlarına göre mi yaşayacağız” klişesinden uzaklaşarak kendini türünün dışında konumlandırmanın “e o zaman makine gibi yaşa” sonucuna vardırılması da haliyle kaçınılmaz oluyor. Abartmaya da gerek yok aslında.
Pekala insanlar gittikleri farklı yerlerde geçici işlerle yemek ve konaklama ihtiyaçlarını karşılayarak vitrinlerden elde edilecek hazla kıyaslanmayacak şekilde bir tatmin yaşayabilmekte. Amerika’nın çeşitli ülkelerini gezip orada evcil hayvan gezdirme, ev bakıcılığı, hosteslerde çalışma gibi geçici işlerle gezen insan sayısı az da değil. Durun hemen panik yapmayın(!). Tanımadığınız birisine evini, köpeğini bırakmak gibi güvenlik kaygısı her yerde aynı şekilde yaşanmıyor çünkü. Her ülke aynı derecede güvensiz, her insan aynı derecede kaygılı veya karşısındaki de aynı suç potansiyeline sahip olmayabilir. Düşüncelerimizi oluştururken işte yine çarptık aynılık, tek tiplik duvarına. Kaldı ki şikayet eden kesimin aslında çoğu zaman gittiği yerde çalışmaya ihtiyaç duymayacağı şekilde bir gelir akışı da mevcut olup sadece tüketim, erteleme alışkanlıklarıyla kendini engellemekte.
Burda her sabah aldığınız kahve, aylık birkaç parça giyim veya kozmetik, belirli periyotlarda dışarda yenilen yemekler, spor salonları vs. matematiksel hesap klişesiyle sonuca ulaşmaya çalışmayacağız. Ne de olsa herkesin ikame etkinliği değişkenlik gösterebilmekte.
Zaten bunları yapamayan köylü, yoksul kesim de ikame etkinliklerini çok da parayla ölçülür olmayan daha tatmin edici doğal eğlenceler ve başıboşlukla geçirebildiğinden öyle seyahat gibi derdi de olmayacaktır. “Şöyle dört gün bomboş ve aylak aylak gezme” arzusu, sadece bir örnekleme yaptığımız başka ülkeleri gezme hayaliyle sınırlandırıldığında keyfiliği de ortadan kalkacaktır. Hatta yoksul kesimin ikame etkinlikleri eğitimli, orta sınıfa göre tabii ihtiyaçların sınırlarından çok da uzaklaşmamakta. Ah o yoksulluğun sistemle teması daha yoksul olan daha zengin doğası!
Stefan Zweig ve Dostoyevski’nin tesadüflerin kucağına oturan karakterlerinin çekiciliği boşuna da değil. Yola çıktıktan sonra yol kendi hikayesini yazma yetisine sahip zaten. Gelecek zamanı ve farklı mekanı içinde bulunduğu an ve koşullarla değerlendirme yanılgısı, canlı bir organizma olan insanın güvenlik kaygısıyla hareketten korkarak ruhsal dünyasını duyusal dünyasından koparmaya sebep olmuştur.
Evreninin bile tesadüfi olduğu bilgisi karşısında garanti arayışı ve hükmetme istenci insanı yaşamdan koparıp ortalıkta salınan basit bir nesne haline getirmiştir. Burada hükmetme istencinden kastımız; aslında belirsizlik korkusundan ötürü mekan ve zamandaki olasılıklara karşı kontrol harisliğiyle güvenlik arayışıdır insanın. Her şey bir makine gibi ve sıralı bir şekilde işlesin ister insan. Yolculuğu hangi saatte hangi vasıtayla yapacağı, ulaştığı yerde hangi araçlarla ilk olarak nereye gideceği, konaklayacağı mekanın her türlü fiziksel koşulları, hangi dilimlerde nerede yiyeceği ve ziyaret noktalarının ne olacağı gibi tüm rotasını ve sayılı günlerindeki yaşam akışını kendisi belirlemek ve buna uyum göstererek otoritesini korumak ister.
Ve hep aynı yaşam koşullarıyla maddi olarak uyum sağlayamayacağı noktada tüm hayallerinden de planlarından da vazgeçer. O halde hiç düşünmeden aylak aylak gezme hayali gerçekten de modern insanın arzusu mudur? Sıradanlığın keyfiliğiyle sıradan olmanın sıkıcılığı arasında çoğunlukla ikinciye doğru eğilim gösterir insan.
Gündelik hayatında da her şeyi alışkanlıklarına göre belirleme isteği; rastlantıların keyfinden ve duyularını kullanarak problem çözme becerisinden, anlık akışın yarattığı değişiklikten haz alma ve bedenini gevşetme olanağından uzaklaştırır insanı.
Bu noktada her şey bir gerginlik ve çatışma sebebidir modern insan için. Bedeni kasılır, zihni tek bir şeyle ve olumsuz hislerle meşgul olur, geri kalan saatlerindeki aktiviteleri de bu ruh halinin etkisiyle şekillenerek mutsuz, tatminsiz bir insan yaratır. Konuyu “alışkanlık” kavramsallaştırması ile ilgili bir örnekle açıklayalım. Öğle yemeği sonrasında çayının isteğine rağmen bardakla değil de fincanla gelmesi bir gerginlik yaratır o insanda. Önce garsona çıkışır. Oysa çalışan için sıradan olan bu durum, “kendini değersiz hissetme” gibi pompalanmış suni bir psikolojik his algısıyla rahatsız eder müşteriyi. Çalışanın hiçbir açıklaması tatmin etmez onu.
Gerilimi artarak tüm vücudunu ve zihnini işgal eder. Canlı için tabii olan güç istenci bu ikame eylemde kendini göstermiştir. Sistem insanın yok etmesi zor ama yönetilebilir güdülerini ve dürtülerini belirlediği kalıplarından faydalanarak, isimlendirmeler vererek sıkıca örmüştür.
Tamam, mevcut düzende ormanda rakibiyle güç savaştıracak durumda olmasa da insan ikame etkinliklerini yine de doğal sınırlardan bu kadar uzaklaştırmadan tercih edebilir.
Hayattaki gerekliliğinden çok nesnelerin sembolleri ve duyulara hitap edildiği sanılan anlamlandırmalarla (çayın bardakta daha lezzetli olabileceği gibi) olayları ve olguları algılayış şekli ve buna göre yöneldiği hareket tüm gününün gerilim ve kas ağrısı içinde geçmesine neden olmuştur. Günün sonunda isteğine ulaşabilse bile güç yarışının sonundaki o mutluluk ve haz ihtimali kalmamıştır artık. Gereksiz bir çaba ile her türlü yorgun ve mağlup çıkmıştır savaştan.
Fiziki görünümü ile insan ama zihinsel süreçleri çoğunlukla robotlaşan insanın hiç mi kurtuluşu yoktur bu sistem içerisinde?
Örgütlü mücadelenin zayıfladığı yüzyılımızda tabiatına aykırı sosyal inşaları, sembolleri, kavramsallaştırmaları ve özellikle cinsiyet rollerini reddeden insanın bireysel vazgeçişler ve daha cesur tercihlerle özgürlüğe ve dolayısıyla mutluluğa erişmesi oldukça mümkündür.
Doğada bile tehlikelere karşı canlılar örgütlü hareket ediyor argümanı, doğanın sadece tekil olanı, bireyi yarattığı basit gerçeğiyle çatışır.
Bu noktada arkeolojik veriler ve ara ara zihnimizi yoklayan bilinçdışı unsurlardan da çok uzaklaşmamak gerekir.
Hücrelerine kadar işlemiş sistemle bağlarını tamamen koparamasa bile olabildiğince reddeden, alışkanlıklarından vazgeçen birey, tesadüflerdeki tavrıyla bir şekilde doyuma ulaşabilecektir. “Şöyle bomboş gezebilirsin dört gün, aylak aylak ve hiç düşünmeden”.
(YPT/EMK)