Suzan Suzi şarkısı Diyarbekir’e dair olandır. Şehrin hikâyesidir. Sadece sahici olan, şehrin geçtiğimiz yüzyılının belleğinde olan değil. Efsane olanın hikâyesinde de yeri olandır. E, zaten şarkının kendisi güzel, alıp götüren hasrete, kavuşamamaya, yitip gidene, özlenene, gönül konulanana değil mi!
Ama işin aslını yazmaya ihtiyaç var. Çünkü asli, yani yaşanmış olup da bilinen ve bir yerlerde duruveren var iken, nedense “kullanışlı olan” medyatik olana ilgi duyulur. Bu adeta bir kuraldır.
2000’li yılların başında bir özel televizyon kanalında “Ekmek Teknesi” diye epey izleyicisi olan bir dizi vardı. Dizinin kahvede hikâye anlatıcısı karakteri olan “Herodot Cevdet” bölümlerden birinde anlatmıştı “Suzan Suzi Efsanesi”ni. Abartıda tavan yaparak hem de!
Malum ve kullanışlı olan hikâyelerden. Hani ne hikmetse hikâyede hep bir Ermeni ya da Süryani güzel kız (kadın) vardır. Bir de ona âşık olan Müslüman erkek. Nedense Ermeni ya da Süryani kız bu tip hikâyelerde hep “millet” olarak telaffuz edilir; Müslüman erkek ise “dini” üzerinden dillendirilir. Müslüman’ın milleti yokmuş gibi, bu da ayrı gariplik. Kürt mü, Türk mü. Arap mı, yoksa başka milletten mi, bilinmez.
Efsanede bu; Suzan, Süryani Abraham Efendi ile Mariam hanımın kırklar ziyareti üzerine adaklarla dünyaya gelen kızları. (Tabi Kırklar ziyareti bir Müslüman türbesi, şehirde Meryemana Süryani Kadim Kilisesi var. Süryani ve çok zengin bir aile niye Müslüman türbesine gidip çocukları olsun diye adak adar, o da ayrı bir tuhaflık). Suzan, yetişkin bir kız olunca Müslüman Adil’e abayı yakar. Bir gün Kırklar Dağının sota bir köşesinde halvet olurlar. Bu böyle bir süre devam eder. Sonra bu mesele duyulunca Suzan köprüden atlayıp intihar eder, Adil de peşinden. Ve bu hikâye anonim bir şarkı olur.
Bu efsane tabii şehrin şeceresinde var ve kayıtlı. Hatta Muhsine Helimoğlu Yavuz’un yıllar evvel derlediği Diyarbakır Efsaneleri kitabında da kayıt altına alındığını biliyoruz.
Şimdi gelelim işin aslına, yani sahici olanına. Diyarbakır’ı bilenler bilir. Şehrin (şehir derken kasıt tarihi suriçidir) güneye açılan Mardinkapısından çıkıldığında hemen sol yanında Hewsel Bahçeleri vardır. Bahçelerle hikâyesi olan Kırklar Dağını, birbirinden ayıran Dicle Nehri de orta yerde. İki üç kilometre kadar ilerisinde de tarihi kadimden zeyl Ongözlü Köprü durur.
Şimdi yaşanmış hikâyeye gelelim. 2002 yılı ile birlikte bir dizi sözlü ve yerel tarih çalışmaları yaptım. Sonra o çalışmalar peşpeşe üç kitap olarak İletişim Yayınlarında çıktı. (Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İsyan Sürgünleri ve Amidalılar Sürgündeki Diyarbekirliler).
İlk kitabın anlatıcısı olarak 97 yaşında iken 2015 yılında öte yakaya göçen rahmetli Abdülsettar Hayati Avşar Suzan Suzi şarkısına konu olan hikâyeyi anlatmıştı.
“Nakif, ilkokuldan arkadaşımdı. Komiser Hicabi Efendinin torunu, Hakkı Efendinin de oğlu olur Nakif. Ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir’e gidip okumuş hava pilotu olmuştu. Orada bir kızı sevmiş. Kullandığı pırpır uçağıyla voleybol sahasının ağını havaya kaldırmış. Günün olmadık saatlerinde sevdiği kızın evinin balkonunun yanı başından alçaktan uçuşlar yapmış. Bir sürü şikâyet gidince işinden olmuş. Diyarbekir’e gelip Toprak Mahsulleri Ofisi’nde ambar memuru olarak işe girmişti. Sene 1947. Nakif çok savruk biriydi. Berbere gider, bir lira tıraş parası öder, ikibuçuk lira da bahşiş verirdi. Her gece garda vagonlu restoranda arkadaşları ile içer çok para harcardı. Öldüğünde on küsür milyon lira zimmetine geçirip yediği para çıktı.
“İşte o yıllarda Nisan Mayıs ayları Dicle Nehrinin çok coştuğu aylardı. 1947 yılı Mayıs ayıydı. O gün mukaddes bir gündü, ya Miraç ya da Kandil günüydü. (Not: Diyanetin 1947 yılı kutsal günler takvimine baktım. 21-22 Mayıs Regaip Kandili ve Üç Ayların başı olarak gözüküyor). O gün Kolordudan arkadaşları ile birlikte yedi kişi, aralarında yüzbaşının eşi ve baldızı Suzan’la birlikte Nakif’in Ford marka büyük arabasıyla Gazi Köşkü olarak da bilinen Sem’anoğlu Köşkünün yakınına kadar çıkıyorlar. Pamuk Köşkünün sahibi Nihat Bey de o gün bahçe işleriyle uğraşıyor. Sofralarını kuruyor ve ‘amca gel sen de iç’ diyorlar. Nihat Bey; ‘Ben ömrümde rakı içmedim. Bugün de mukaddes bir gündür. Siz de içmeyin’ diyor. Bir süre orada oturup sonra arabaya binerek Kırklar Dağına doğru gidiyorlar. Epeyce yiyip içip eğleniyorlar. Dönüş yolunda Dicle’nin suyu epeyce kabarmış. Nehir neredeyse on gözlünün gözelerinin üstüne gelip dayanmış. Köprünün Kırklar Dağına taraf olan kısmında yol nerdeyse yarıdan itibaren dardır. Nakif o dar dönüşü alamayınca araç sulara gömülüyor. Ve Nakif’le, Suzan’la birlikte araçta olan yedisi de boğuluyorlar.
“İşte hikâyesi böyle. Nakif’in mezarı, Mardinkapı Mezarlığ’ında Şeyh Muhammed Düzlüğünde Gülşenilerin büyüğü Şeyh Muhammed ül Amidi’nin dört köşe türbesinden 15 metre ilerdedir. Onu mezara indirip defin eden de benim. Ha, Suzan Suzi’ye gelince o olaydan sonra bu şarkı çıktı. Hatta o şarkının bir kıtası daha var ve nedense onu hiç okumazlar, o da şudur.
“Köprünün orta gözü
Sular apardı bizi
Nakif gözün kör olsun
Öldürdün hepimizi…”*
Hazır hikayenin asli olanını yazmışken! Ve kullanışlı olan efsaneye dayalısının daha geçer akçe olduğuna da değinmişken on yıl kadar önceki bir kitap çalışmasından da söz edip bitireyim.
Kentin tarihini, kültürünü, hikayelerini, folklörünü anlatan kurumsal bir kitap çalışması yürütülüyordu. Bana da baskıdan önceki son halini okuyup düşüncelerimi paylaşmam için yolladılar. Okuduğumda o çalışmada da aynı popüler efsaneye ilgi gösterildiğini fark edince kurumun başındaki şahsiyete işin aslını yukarıda yazdığım gibi anlatmıştım. “Boşver, hikâyesi güzel. Öyle kalsın” deyivermişti.
İşin doğrusu tabii ki şehir efsaneleri hoştur. Yararlanılmalı, kullanılmalı, değerlendirilmeli. Ama aslı varken ve biliniyorken ve de birinci ağızdan tanıkları konuşturulmuş, yazılı metne dökülmüşken neden ötelenir. Asıl mesele orda… (ŞD/EKN)
* Şeyhmus Diken, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, 1 baskı 2003, 5. Baskı 2018 İstanbul