sevgili ayfer tunç'la yazı üzerinden tanışıyorum. geçen yıl "bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi"ni okumuştum. bu yıl kitapçıda "suzan defter"i görünce hemen aldım.
çok hızlı olmasa da okuyup bitirdim. son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: çok sevdim, çok beğendim. ekmel beyi, derya hanımı, suzan'ı, derya'nın abisini, tüm diğerlerini.
ama daha da çok onun bu romanını yazma şeklini sevdim. birbirine bakan karşılıklı her sayfada aynı olaylar eş zamanlı olarak iki ayrı insan tarafından, iki ayrı insanın gözleri, aklı ve duygularıyla yazılmış. başka bir deyişle bir romanda iki asal karakterin anlattığı iki ayrı roman var. ama aslında tümü bir roman.
daha önce aklımdan geçen bir yönteme çok benzer bir örneği tüm somutluğuyla karşımda görünce şaşırdım, ama çok da hoşuma gitti.
birkaç yıl önce ara ara sürekli gittiğim gümüşlük akademisi'nde sevgili latife tekin'le birden fazla kişinin birlikte yazacağı romanların gelecekte olup olamayacağını tartışmıştık.
"olabilir, ama o roman olmaz başka bir şey olur" demişti.
roman kapitalizmin doğurduğu bir "ifade yöntemi"; kapitalizm "birey" üzerinden var oluyor. dolayısıyla onun anlatımı da yine birey üzerinden şekilleniyor. kapitalizmin birey için yarattığı "özgürlük" ve onunla varolan "yaratma" sanrısının, onun tüm "öznelliği ve özgünlüğü" ile varoluşunun bir dışa vurumu roman bence.
oysa aynı bireyler, başka bireylerle birlikte ve bireyliklerini asla yitirmeden bir başka noktaya ulaşacaklar, varolanı yıkıp ya da dönüştürüp başka bir döneme ve yeni çağa adım atacaklar. bunu yaparken yine "ifade etme" araç ve yolları şu ana kadar olduğu gibi onların bu başarısının en büyük destekçisi olacak.
kapitalizm varolanı sürdürürken hep "yalan söylüyor"
oysa birden fazla kişinin olduğu her yerde o yalanların ömrü çok uzun olmuyor.
bu gerçekten çıkarak o "birleşmiş bireylerin", yeni anlatı yöntemleri bulacaklarını düşünüyor ve buna inanıyorum.
günün birinde insanlar bir araya gelerek, belki de gelmeden aynı romanları birlikte yaratacaklar. tıpkı ayfer tunç'un iki kişilikle ama tek başına suzan defter'de yaptığı gibi!
aynı olayları yaşayanlar, hatta o olayları yaşamasalar da duyup, haberdar olanlar, ama her koşulda birden daha çok kişi, her biri farklı açılardan, kendi farklılıklarının gerektirdiği farklı bakış açılarıyla, yine kendilerini yansıtan kendi sözcüklerle anlatarak yazacaklar yeni romanları.
kapitalizmin bireye şimdi tek başına verdiği yaratma erki, kolektifleşecek ve birlikte yaratmaya dönüşecek...
bu hem yaratılacak olanın büyümesi, gelişmesi genişlemesi anlamına gelecek, hem de yaratılanın daha çok "aklı, duyguyu" içermesi, ama çok daha önemlisi, yığınların değil, bireylerin bir noktada buluşması, uzlaşması anlamına gelecek.
bu ise yaratılanın da tıpkı yaratanlar gibi "çoklaşması", daha doğrusu "tek"ten "tekleşmek"ten kurtulması, çeşitlenmesi anlamına gelecek.
tüm renklerin, tüm kokuların, tüm tatların bir arada algılandığı, doğaya ve doğal olanın ruhuna da en yakın bir yaratı olacak.
o zaman belki şimdiye kadar 4-5 bin yıldır dayatılan "tekçi"liğin yıkılması, o süreçten daha önceki dönemlerde olduğu gibi aslında insanı insan kılan o çokluğun ve çoğulculuğun gerçek anlamda geri gelmesi söz konusu olacak. herkes "yaratan" olacak. yaratanlar çoğalacak... böylece insan soyu, evriminin bir döngüsünü daha tamamlayarak, spiralin bir üst kıvrımına da erişmiş olacak. arkasına dönüp de o son kıvrımda yaşadıklarını yeniden görmek çok acıtsa da, yukarıdaki kıvrımların vereceği heyecan, o acıyı ona unutturacak.
tıpkı yalvaçlar gibi roman yazarları, hadi daha genel söyleyeyim herhangi bir "ifade yöntemiyle" tüm bu yaşananları olanları ifade edenler, insana, kendine dair anlatanlar, kendi hikâyesinin peşinde gezenler bu sürecin belki de en önemli aktörlerinden birisi olacaklar.
onun için suzan defter'deki yönteminizin bu yeni ufkun ilk, sarsak adımlarından biri, ama tıpkı gelişme potansiyelinin itkisiyle ilk adımını atan bir çocuğun yaptığına benzer cesur bir denemesi olduğunu düşündüm.
bir deneme ve romanı çoğaltma çabası da benden
aslında daha da ileri gittim: oradaki bir bölümden yola çıkarak başka bir öyküyü, daha doğrusu sizin öykünüzü başka yöne doğru çekecek şekilde bir şeyler yazmayı aklımdan geçirdim:
- "derya hanım benim adım ekmel!.. ama sizin tanıdığınız ve hikâye ettiğiniz 'ekmel' değil... sizin tanıdığınız ekmel size bir çok kişiyi anlattı ama gerçek ekmel'i anlatmadı. beni tanımazsınız, beni suzan tanır. siz de tıpkı kendine ekmel diyen adam gibi kendinize 'suzan' dediniz ve ona öyle tanıttınız ama siz de ben de biliyoruz ki siz suzan değilsiniz. numaranızı bana gerçek 'suzan hanım' verdi; kendisi yıllar önce bana hikayesini anlatmıştı. bu kitapta o hikâyeyi okuyunca, kitaptan söz ettim ona da; yazdıklarınızı anlattım. şaşırdı. doğrusu biraz da üzüldü. kendisini benmiş gibi tanıtan adama ulaşmak istediğimi söyleyince numaranızı verdi. o da size aynı soruyu sormak istedi ama tahmin edeceğiniz gibi cesaret edemedi; benden istedi bunu da. neden böyle yaptınız? eğer kendini benim yerime koyan adama ulaşmamı sağlarsanız, aynı soruyu ona da soracağım, bunun için sizi arıyorum."
- "...."
- "aslında eğer o adamın adresini verirseniz ona birlikte gideceğiz. o adamla tanışmak istiyor. sizin kimliğinizde tanıdığı suzan'a dair sizden öğrendiklerini ve düşündüklerini düzeltmek istiyor. tabii ki bu onun en doğal hakkı. 'herkes kendisi tanıtmalı kendisini, başkalarına...' dedi. ben de öyle düşünüyorum. doğrusu da bu aslında..."
- "..."
- "yok hayır, sizinle ilgili bir şey söylemeyeceğini biliyorum. aslında okuduklarından ekmel beyin aslında suzan'ı değil de sizi yani derya'yı merak ettiğini ve sizdeki suzan'ın anlattığı derya'yı tanımak, onunla dost, arkadaş, belki de sevgili olmak istediğini düşünüyor. kendisinin de sizin de hep 'kaybeden' insanlar olduğunuzu düşünüyor. ama bu kez en azından sizin yani derya'nın kazanacağını umut ediyor. bir oyun oynamak ve o oyunu yaşamak istiyor aslında..."
- "...."
- "hep susuyorsunuz. yine susacaksınız, bunu biliyorum; ama sorumu yineleyeyim: neden kendiniz değil de 'suzan' oldunuz ekmel beyle konuşurken?
- "...."
- "o zaman ben tahmin ettiğim yanıtı söyleyeyim: kendinizle yüzleşmekten korktuğunuzu düşünüyorum; aslında yüzleşmekten ve artık kuşku duymaya başladığınız doğrularınızı reddetmekten korkuyorsunuz, öyle değil mi!"
- "...."
- "yok, yok, öyle bir amacım yok. ama itiraf edin siz de yanıldınız... aynı oyunu onun da size oynayacağını düşünmediniz, düşünemediniz."
- "...."
- "nasıl, ben de mi oynuyorum sizce! yok ben oynamıyorum. gerçek ekmel benim. sizler oynadınız ama ben oynamıyorum, en azından şimdilik ve şu anda..."
oyun oyunu çağırır
yalanlar değil, oyunlar çok günümüzde...
herkes, hepimiz her an oynuyoruz. bu yalancıktan oyun bizi büyütüyor. yalancıktan yaşadıklarımızı oyun haline getirdiğimiz için ayakta duruyoruz, aynalara o yüzden dayanabiliyoruz.
en az bir elli tane, yüz tane daha farklı yerlerden bakıp, farklı şeyler yazabiliriz. bunu birlikte yapmanın ve birlikte değiştirmenin keyfini insan soyu yeniden öğrenecek.
bu yolcuğun tarihinde "suzan defter"ler, çok işe yarayacak bir "kerteriz" bir "işaret taşı" olacak. emeğine aklına sağlık, sevgili ayfer tunç. (ms/IC)
suzan sefter, ayfer tunç roman, can yayınları: 1968, ikinci baskı, ağustos 2011, istanbul isbn: 978-975-07-1297-5; 127 sayfa,
* yaşamı eşitlemeye dilimizden ve alfabemizden başlayabiliriz. eşitlemeye alfabeden başlıyor ve "büyük" harf kullanmıyorum.