Çağdaş İran şiirinin ressamı Sohrab Sepehri, şüphesiz modern İran'ın en büyük şairlerinden biridir. Çölüyle çok sevdiği Kaşan'da doğdu. Kaşan’ın çölü, Sohrab için yalnızlığı, enginliği ve özgürlüğü çağrıştırır.
Hayatının ilk bölümünde Sepehri, büyük bir meyve bahçesi olan aile evinde yaşadı. Erken yaşlarda resim yapmaya başladı. Modern şiirin ön sıralarına yükselmeden önce bir ressam olarak tanındı.
Daha sonra Hindistan, Pakistan, Japonya ve Çin'e yaptığı seyahatlerde özellikle Levanten kültürüyle ilgilendi. Çin ve Hindistan'ın şairin üzerinde büyük bir etkisi oldu. Ortadoğu ülkelerinin medeniyetleriyle tanışmış ve şiirlerinde onlardan etkilenmişti.
Dünyaya olan bakış açısı “barışçıl”dır, ama kendisinden toplumsal sefaletle mücadele etmesini talep eden dönemin “entelektüeller”inden ağır eleştiriler aldı.
Ancak şairin akımlardan, siyasi düşüncelerden uzak durması, yaşadığı çağın dışında kaldığı anlamına gelmez. Aksine şiiri, bir bütün olarak modern zamanların şiddetine karşı bir tepkidir. Bunu göz önünde bulundurarak, dünyamızı yumuşatabilecek her şeye, şiirlerinde yer veriyor. İmge ve sözcük şiirinde iç içe geçerek su gibi akıp gider.
Sepehri gerçekten de suyun ve ışığın şairidir. Sepehri, Çin ve Japonya'yı dolaştıktan sonra yazdığı “Suyun Ayak Sesi” adlı şiirinde gerçek sesini bulur. Bu açıdan bakıldığında su, onun işinde gözün yeni görünmesini sağlayan bir “arındırıcı” oluşturmaktadır. Su berraklıktır, karmaşıklıklara aykırıdır.
Nima Yusiç tarzı şiir anlayışı
Sepehri, hayatında şiir yazmaktan daha çok şiirde özel bir yöntem ve üslup önermekle geçirdi. Sepehri “başka bir gezegende çiçek koklama fikri” üzerine kafa yorar ve modern Fars şiiri tarihinde bir tür Ezra Pound figürü olan Nima Yusiç'ten esinlenerek serbest şiir yazar.
Bu yüzden Sepehri, çağdaşları Ahmed Şamlu ve Furuğ Ferruhzad ile birlikte geleneksel şiirin zincirlerinden kurtularak, modern bir akımın, Nima Yuşiç’in öncülük ettiği Yeni Şiir’in pratisyenlerinden olmuştur.
Yeni Şiir, ölçü, kafiye dâhil olmak üzere bütün geleneksel anlayışa karşı çıkmış, dönemin koşullarından ötürü içe kapanık bir serbest şiir ortaya çıkarmıştır. Şiirsel olgunluğunun başlangıcında olan Sepehri o zamanlar şiirleri pek bilinmiyor.
Daha sonra şiirlerini kafiyesiz ölçünün birleştiği bağımsız mısralardan oluşturdu. Sepehri ne kadar edebiyatseverlere yakın olsa da, bazı şairler tarafından reddedilmiş. Bu durum kendisini Nima Yuşiç ve Ahmed Şamlu'dan uzaklaştırdı.
Zaman içinde ideolojik şairlerin aksine, kendisinin ve Ferruhzad’ın büyüklüğü daha da netleşir. Pek çok şiir severe göre Sepehri, tema ve üslup bakımından dönemin diğer şairlerini geride bırakmıştır. Çağdaşlarının ele almadığı felsefe, ontoloji ve epistemolojinin tüm yönlerinde yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Mistisizme yoğrulan şiiri
Sepehri Doğu’ya yaptığı seyahatlerde, ruh ve düşünce dünyasında bir takım değişimlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Budist ve Taocu düşüncelere olan tutkusu, poetikasını ve ideolojisini, bir merkeze oturtan Sepehri’nin şiirleri bundan sonra neo-sufi bir anlayışa kayacaktır. Suyun Ayak Sesi’ndeki mısraları doğanın, tasavvufla iç içe geçtiğini görürüz:
“Ben Müslüman’ım
Kıblem bir kırmızı gül
Namazlığım bir pınar, mührüm nur
Seccadem kır
Pencerelerin kıpırtısıyla abdest alırım ben
Namaz kılarken ben, akar ay, akar tayf
Taş görünür namazımın ardından
Billurlaşmıştır namazımın tüm zereleri
Kılarım namazımı”
Seyahat egzotik temasıdır
Seyahat, Sepehri’nin şiirinin diğer bir temasıdır. Şair her zaman seyahat etmeyi arzular. Eserlerinde işlediği bu temayla, şiirlerinin egzotik yanını oluşturur. “Aşk ormanında uyuyan kahramanları uyandıracak kimsenin olmadığı” düşüncesiyle Sepehri, “Gitmeliyiz” diye defalarca tekrarlar şiirlerinde.
Böylece Sepehri, tüm hayatı bir yolculuk, insanı da bir gezgin olarak tasavvur etti. Okuyucu şiirlerini okurken “göçmen bir kuşun sahip olduğu bu tuhaf duygu”dan etkilenir. “Biz Hiç, Biz Bakış” şiirinde kulağımıza fısıldayan, bizi yolculuğa çağıran bir ses duyarız:
“Kapatmak gerek kitabı.
Kalkmak gerek,
Zaman boyunca yürümek,
Çiçeğe bakmak,
Belirsizliği duymak gerek.
Var olmanın sonuna dek koşmak gerek
Yok olma toprağının kokusuna gitmek gerek.
Tanrı ile ağacın buluşma noktasına gitmek gerek.
Oturmak gerek genleşmenin yakınında.
Kendinden geçme ile keşif arasında bir yere.”
Şiirindeki evrensel görüş
Sepehri, dünya ve insanlığın onun içindeki yeri hakkındaki görüşünde, her şeyden önce insanların doğa ile doğrudan ilişkisinin önemine inanıyordu. İnsanlık, doğa ve daha büyük bir kozmik düzen arasındaki hassas ancak temel bir birliğe olan inancında sarsılmayan Sepehri, sanat yaşamının uzunluğunu bu merkezi inancın en etkili ifadesini aramakla geçirdi.
Bu amaçla, Zen Budizmi ve Taoizm'den Sufizm ve Avrupa Romantizmi'ne kadar uzanan çeşitli mit ve felsefelere özgürce geçiş yaptı. Her birinden kendi vizyonuna organik olarak en uygun olan ilkeleri korudu.
Tüm bu dünya görüşlerine uygun olarak, bir birleştirici hakikatin tüm yaradılışa içkin olduğu ve onun bilgisinin tüm insanlık için sezgisel olarak mevcut olduğu halde, bunun kesin olarak anlaşılmasının bir bireyin yaşamı boyunca imkansız olduğuna inanmaya başladı.
Sepehri'nin tüm dinler hakkındaki geniş görüşü şiirlerine yansımıştır:
“Başımın üstünde Kuran
Yastığım Yeni Ahit
Yatağım İbranice İncil
İç çamaşırım Avesta
Rüyamda: su nilüferinde bir Buda.”
Sepehri’nin Ağaçları
Sepehri, doğayı cömertliği ve itibarı ile biliyordu. Hindistan ve Japonya'ya yaptığı seyahatlerde Doğu geleneklerinden algıladığı şeylerden ilham aldı. Şehir hayatında kaybolanlar için doğayı bir rehber olarak gördü. Başka bir bakış açısıyla, ağacı şiirinde kullanması Sepehri'nin özlü güzelliğe olan inancına dayanmaktadır.
Sepehri, doğanın en önemli sakinine odaklandı. Onun için ağaç, yaşamla dolu ebedi, ayrılmaz bir varlıktır. Doğanın gücünün ve simgesel odak noktasının son örneğidir. Ağaç hayatın dört unsuruna da sahiptir: köklerinde toprak, dallarında su, dünya sakinleri için yayan oksijen ve yakıt görevi gördüğü ateş. Sepehri'nin dikkatini bu yüzden çekmiş olabilir.
Sepehri'nin anavatanı Kaşan'ın topografyasına derin bir bağlılığı vardı. New York'ta beklenenden daha uzun süre kalması gerektiğinde, memleket hasreti duygularını eski dostu Ahmadreza Ahmedi'ye şöyle yazar: “Kuşların ve ağaçların olmadığı bir şehirde mahsur kaldım.
Yalnız bir yaşam
Sepehri hiç evlenmedi ve çocuğu olmadı. Yazılarının hiçbir yerinde veya yayınlanan biyografilerinin hiçbirinde kişisel bir ilişkiye dair kayıt yok. Yetişkin yaşamının büyük bir bölümünde annesi ve küçük kız kardeşi ile iki katlı bir evde yaşadı...
Yumuşak dilli, sakin ve alışılmadık derecede hassas, tiz bir sese ve son derece büyüleyici bir bakışa sahip, içe dönük biriydi. Kalabalıktan ve kişisel çatışmalardan uzak durdu.
Titiz ve düzenliydi, sanatsal üretimi kadar günlük hayatında da, tamamen tatmin olmadan bir tuvali imzalamaz veya baskıya bir şiir göndermez. Bu yüzden sergilerinin açılış gecelerine asla katılmadı ve çalışmalarına yönelik hiçbir olumsuz eleştiriye sözlü veya yazılı olarak yanıt vermedi.
Sepehri, iç dünyasını belki de en net şekilde, kitabına da adını veren “Renklerin Ölümü” isimli şiirde göstermiştir.
“Bir renk
Gecenin kenarında
Ölmüş tek kelime etmeden”
(ÖM/EMK)
Şiirlerin alıntılandığı kaynak:
Sohrab Sepehri, Çev. Mehmet Kanar, “Sekiz Kitap”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020