Günün ortasıydı. Dalgın dalgın yürüyordu Tüya. Gölün kıyısına vardığında uykudan yeni uyanır gibiydi. Kıyıya ilk kez geliyormuş gibi hayranlıkla baktı etrafına. Peş peşe derin nefes aldı. Gözleriinin gülüşüne ruhu da eşlik etti.
Bütün yol boyunca saksağanların, martıların seslerini duymadığını anımsadı. Afalladı. Belki de onlar hep ötüyorlardı da, o duymamıştı.
Bunun endişe tuhaf ve anormal olduğunu düşündü oracıkta, o sevdiği çıplak kayanın üstünde. Elleri yan ceplerinde öylece çakılıp kaldı bir süre. O anın büyüsüne kapılmıştı.
Beyninde kuduran tüm tasalar suyun büyüsüne uğramış ve ansızın kaybolmuştu.. O kayanın üstündeki duruşu bir putu andırıyordu, uzaktan bakan biri için. Orada öylece kalıverdi ve suyun durgun ışıltısından alamadı gözlerini.
Yan taraftaki büyük kayanın üstünde, iki kadın ilişti gözüne. Oturmuş sohbet ediyorlardı, ama Tüya'nın onları düşünecek vakti yoktu.
Su, mavi tülden bir çarşaf gibi hafif hafif kıpırdıyordu. Hatta, uzaktan duyulan trafik uğultusu kesildiğinde, suyun mırıldanarak şarkı söylediğini duymak mümkündü.
Gözlerini bir türlü alamadığı suyun ışıldayan kıpırtısı ile sürüklendiğini hissetti az sonra. Bu fantastik bir duyguydu. Odaklanıp içinde kaybolmak geldi içinden. Sonsuz bir valsın rahmine düşer gibi uzaklaşmak tüm kirli güncellerden...
Ama başı döndü. Ürperdi. Mütemadiyen iki adım geri attı. Derin bir huzurun damarlarında akarak, vücuduna yayıldığını hissetti aynı zamanda. Bu pak suyun büyüsü öylesine yalın ve gerçekti ki...
Aslında biliyordu. Çok iyi biliyordu suyun verdiği bu duyguyu. Böyle olduğunu bildiği halde: "Nasıl olur bu? İnsan nasıl hem korkar, hem de gizemli bir huzur duyabilir suyun kalbine düşerken?" dedi içinden. Bu düşünceyi irdelemek ile meşguldü ki; az ileride hızla ilerleyen motorlu bir botun gürültüsüyle, sudaki kıpırtıların hırçın dalgalara dönüştüğünü gördü. "Aman tanrım! Bu su yaşıyor!" dedi. Sesli söylemişti bunu. Etrafına baktı. Az ilerde oturan kadınla duydular mı sesini? Hayir, istiflerini bozmadıklarına göre her şey yolundaydı.
Tüya, şaşkınlıkla, gülümseme arasında kaldı bir an. Botun agresif gürültüsü, O’nun daha fazla o kayanın üstünde durup suyu izleme isteğini yok etmişti.
Tam dönüp gidecekti ki, martıların ciyaklaması arttı. Onların, botun peşinden ve suyun yüzünde kümelenmelerini izlemeden edemedi.
Bir süre daha durup, onların balık için suya dalışlarını izledi. " Ne zeki yaratıklar!" dedi. Ardından da; "İşte! Hayat, karın doyurma mücadelesi; kuşlar içinde bu böyle! " diye mırıldandı. Az sonra bir uçak motorunun sesi, tüm sesleri boğdu. Büyü bozuldu; "artık gitmeliyim buradan!" dedi. Hüzünlenmişti nedense...
Kıyı boyunca uzanan ince patika yolda taşlara basa basa yürüdü. Oldum olası seviyordu taşları - hele hele onların üstünden atlayarak yürümeyi.
Her zaman olduğu gibi; çalılıkların, servilerin ve kayın ağaçlarının arasında dolaşmak iyi geliyordu ruhuna. Doğanın şeffaf ve konuşkan huzuru, onu içine çekiyordu. Buna rağmen, binbir türlü düşüncenin zihnini yormasına da mani olamıyordu. Bu nasıl bir çelişkiydi?
Sualler, sualler. Bitmek bilmeyen sualler... Mantıklı, nerede bulunabilirdi, kimler tarafından? Yoksa...yoksa yanıtları da mı ondaydı? Bir kuralmış gibi, kimi sorularına soruyla yanıt veriyordu. Bu nasıl bir retorik? Oysa kısır bir döngü içinde, muhatabi da yine kendisi oluveriyordu.
Küser gigi sırtını döndü kıyıya. Ormanı hedef alarak yürümeye başladı. Oysa suya, ondaki tılsıma henüz doyamamıştı.
Su... Su ki, hem içindekileri, hem de dışındakilere hayat veren emsalsiz bir nimet... Önünde, çocuk arabasıyla yürüyen genç kadına takıldı gözü. Nasıl da hızlı ve çevik yürüyordu. Hiç düşünmeden adımlarını büyük atmaya ve hızlanmaya başladı.
Onun kadar çevik olup olmadığını ölçmek ister gibi bir hali vardı. Bilinç altında ne olduğunu izah edebilecek durumdaydı aslında; ama oralı olmadan hızlanmıştı bir kere. Bu, delice - hatta çocuksu- bir sınav mıydı yoksa?
İki bisikletli onu hızla geçti. Kendi şeridinde, onların peşlerinden koşma isteği doğdu içinde. Oysa bu pek mümkün değildi; çünkü daha şimdiden nefes nefese kalmıştı. Dudakları gerildi. Güldü. Utanç duyar gibi güldü. "Kondisyon diye bir şey kalmamış!" dedi ardından. Gerisi gelmedi. Gerçekle yüzyüze gelmek böyle bir şeydi olmalı, didi.
İnsanı anında omuzlarından kıskıvrak yakalayan gerçek.
Sarsıcı gerçek
Ayılmasını mecbur kılan gerçek...
Allahtan gerçek, eski ağırbaşlı konumuna çoktan geri götürmüştü Tüya'yı: "ben ve yarım, ha!" dedi. Bu trajikomik bir haldi. Düşünce ile gerçek arasındaki çelişkinin acımasızlığına, bir kez daha yenik düştü. "Neden yarışabileceğimi düşünüyorum ki...?
Ne oluyor bana böyle? Nasıl oluyor da sık sık kim olduğumu, yaşımı başımı unutuyorum? Gençlere öykünmek de nereden çıktı?" dedi. Bu belki de bir yaş krizi. Ya da giderek ölüme yaklaşma gerçeği... Halbuki bu yersiz ve gereksiz suallerin cevabı da, yine kendisinde gizliydi!
Düşüne düşüne yürürken, ormanın serinletici nemi, kokusu vurdu yüzüne. Orman ki, bir başka senfoniye davet ediyordu her zaman. Bu çok daha farklı bir nimetti... Bu pastoral cennet, O’nu mest diyordu "Ağaçlar... Ah, ne çok severim sizi, bir bilseniz!" dedi.
Adımları yavaşlamıştı. Etrafa bakmaktan başı yerli yerinde durmuyordu. Boyun kaslarında ağrı hissetti. Birden bir bülbül sesiyle irkildi. Put kesildi. Soluğunu tuttu. Evet evet, hiç kıpırdamamalıydı! Onu ürkütmemeliydi... "N’olur öt, ötmeye devam et! Beniiim içiiin!" diye yalvardı.
Ağır ağır başını yüz seksen derece çevirdi. Gözleri fal taşı gibiydi. Her an olağanüstü bir mucize yaşamak ister gibi, ağaçların doruklarında dolaştı gözleri. Bülbülü aradı habire. Alacalı yeşilden ve ağaçların gövdelerinden başka bir şey göremedi. Gözleriyle ağaçların dallarını uzun uzun taraması, bir sonuç vermedi. Derin bir iç çekti ve... yoluna devam etti.
Uzun zamandır gitmediği bir yöne saptı bu kez. Ormanın derinliklerinde kıvrılan patika yoldan birine yöneldi. İçindeki soyut ürpertiyle etrafına daha dikkatli bakmaya, gözlemlemeye koyuldu. Mis gibi çam kokusu, yosun kokusu birbirine karışmıştı.
Ağaçların arasında zıplayan sincaplar, tavşanlar ve kuşların sevecen oyunları, yol boyunca eşlik ediyordu Tüya'ya. Ayaklarının altında birbirine geçen ağaç köklerini, toprağın yumuşaklığını seviyordu. Karanlık korkusu olmasa, bir çadır kurabilirdi bu cennetin orta yerine ve haftalarca yaşayabilirdi belki...
Kıvrılan yolun öbür ucunda köpekli biri gözüne ilişti. Biraz daha yaklaşınca adamın yaşlıyı olduğunu anladı. Tuhaf bir şekilde rahatladı; "Demek ki bülbülü ben kaşırtmadım.
Bu köpek yüzünden!" dedi içinden. Böyle düşündüğü için de gülümsedi. Köpek onu fark edince havlamaya, yuları çekiştirmeye başladı. Adamın boğuk homurtusunu duydu. Köpek anında sustu. Onlara yaklaşınca; "Oğlan çok naziktir aslında. Sadece çok sosyal!" dedi yaşlı adam. Karşılıklı gülümsediler. "Evet! Belli oluyor! Çok da sevimli" demekle yetindi. İyi günler, dileyip ıssız ormanın sukunetinde yoluna devam etti.
Önüne çıkan yokuşa sapmadan dönüp arkasına baktı; çünkü adamın sesini duyuyordu. Adam, köpeğin hizasına kadar eğilmiş, konuşuyordu.
Belli ki minik köpeğini biraz daha terbiye etmesi gerekiyordu.
Onun; "Her karşılaştığımıza sataşamazsın. İnsanları rahatsız etmemelisin. Havlamamalısın da. Şimdi göle gideceğiz ve bi güzel serinleyip oynayacaksın, tamam mı?" dediğini duyar gibiydi.
Pek haksız da sayılmazdı, değil mi?
(HKE/MK)