Geçen hafta, 18 Kasım Cumartesi günü Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un davetlisi olarak Paris'e gelen Lübnan başbakanı Saad Hariri bir süredir Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da zorunlu bir misafirliğe tabii tutuluyordu.
Hariri'nin ailesi ile birlikte en iyi bir şekilde ağırlandığı, sohbetine doyum olmayan MBS (Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Salman) ile derin muhabbetler yaptığı söylenmesine karşın ortada bir sorun vardı; ülkesi Lübnan'a geri dönemiyordu.
Hatta Suudi Arabistan'dan bir televizyon kanalına verdiği demeçte Lübnan Başbakanlığından istifa ettiğini açıklamıştı. Lübnan vatandaşı olmasının yanı sıra Suudi Arabistan vatandaşlığı da olan Hariri'nin Suud ailesi ile yakınlığı 2005'te Beyrut'ta bir suikast sonucu öldürülen babası Refik al-Hariri zamanında kurulmuş bir ortaklığa dayanıyor.
Suudi Arabistan'ın Lübnan bankalarında, bizzat Hariri ailesinin bankasında, yüklü miktarda yatırımları olduğu da bilinen bir gerçek. Ne oldu da Hariri, birden bire Suudi Arabistan'a çağrılarak orada kalmaya zorlandı, ülkesine geri dönmesine izin verilmedi.
Bu konuda değişik görüşler olmasına karşın, pek çok yorumcu Hariri'nin Suudi Arabistan'a gidişinin, istifaya zorlanmasının ve daha sonra da orada kalmasının Suudi veliaht prens MBS'in dayatması sonucu olduğunda birleştiler.
Hariri Beyrut'ta
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkesinin eski Fransız sömürgesi Lübnan'la ilgili hassasiyetini bilen birisi olarak hemen devreye girdi ve bizzat kendisi, daha sonra da Dışişleri Bakanı Jean Yves Le Drian, Suudi Arabistan'a giderek hem Hariri, hem de Suudi yetkililerle görüştüler.
Bu girişimin sonucu olarak Hariri, Cumartesi günü Paris'e geldi ve önceki gece (21 Kasım, Salı) özel uçağı ile Beyrut'a döndü.
Dün (22 Kasım, Çarşamba) Lübnan'ın Fransız sömürge yönetiminden kurtuluşunun, yani bağımsız bir ülke olmasının 74. yıldönümü kutlamalarına katılan Hariri Lübnan'da bir kahraman olarak karşılandı. Hayatın bir ironisi olarak ona bu imkanı Fransa sağlamış oldu.
Yeni lider Nasrallah
1975-1990 yılları arasında yaşanan iç savaştan sonra Lübnan, İsrail'in ülkenin güneyinde giriştiği saldırılar ve işgallerle boğuştu. İç savaştan sonra, 1992 -2000 yılları arasında, Lübnan'da yaşayan Şiilerin önderliğini ele geçiren Hizbullah, 2006 yılında İsrail'in ülkenin güneyinde başlattığı savaşta İsrail'i yenerek Lübnan'daki İsrail askeri varlığına son verdi.
Hizbullah lideri Nasrallah, Şii dünyasının yeni liderlerinden birisi olarak Lübnan siyasal yaşamında yerini alırken, Hizbullah Lübnan parlamentosundaki konumunu sağlamlaştırdı.
Hizbullah Suriye'de
Suriye'deki Esat karşıtı başkaldırı, iç savaşa ve daha sonra da başta Rusya, Amerik Birleşik Devleteleri (ABD), İran ve Türkiye gibi büyük devletlerin “vekalet” savaşlarına dönüşünce, Hizbullah, İran'ın desteklediği Esat rejiminin yanında savaşmak üzere Suriye'ye girdi.
İşler bundan sonra karıştı, Hizbullah diğer Arap ülkeleri tarafından Lübnan'da “devlet içinde devlet” olmakla ve bölgede güçlenen İran'ın hesabına çalışmakla suçlanmaya başladı.
Bu kritik durum, ABD başkanı Donald Trump'ın yaptığı Suudi Arabistan gezisiyle tetiklenen bir dizi gelişme sonucunda, bugün yaşadığımız Hariri krizine dönüştü.
Trump ve Suudi Arabistan
ABD Başkanlığına seçildikten sonra selefi Barack Obama'nın yaptıklarının tam zıddını yaparak, kendi konumunu sağlamlaştırmak isteyen Trump ilk ziyaretini Suudi Arabistan Krallığı'na yapmaya karar verdi.
Eşi İvanka'nın duruma uygun uzun etekli giysileri, uzun boyu ve ince belini ortaya koyarken, Arap prensleri de Trump ile kılıç savaşına tutuştular. Herkes çok mutlu oldu, ama en mutlu olanlardan birisi de kuşkusuz İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu idi.
Gezi tüm dünya medyasında görsel bir şölen olarak sunuldu, görsellerin ötesinde neler söylendi, neler konuşuldu, nasıl kararlar alındı pek de önemsenmedi. Oysa bu gezi, zaten savaşlardan başını kaldıramayan Ortadoğu için pek de güzel gelişmeler vaat etmiyordu.
Cennet yaratma projesi
Suudi Arabistan'ın 32 yaşındaki veliaht prensi Muhammed Bin Salman (MBS) ABD Başkanı Trump'ın ülkesini ziyaretinden sonra beklenmedik, ani bir zihin açıklığı, hatta ileriyi görme kabiliyetine kavuşunca ülkesini “çağdaş ve uygar” dünyaya uyum sağlayan, ılımlı İslam'la yönetilen bir dünya cenneti yapmak üzere kolları sıvadı.
“Cennet bu dünyada da mümkün” sloganıyla işe başlayan MBS ilk iş olarak yolsuzluk yapanlar ve haksız kazanç elde edenlerin peşine düştü.
Suud ailesinin sahip olduğu Suudi Arabistan'da petrol gelirleri ve diğer kazançlar, aile arasında paylaşılıyor, herkes payını alıp işine bakıyordu. Ülkenin tüm zenginlikleri ailenin denetimi altında olduğundan en büyük görev aile soyunun devamını sağlayacak veliahtları üretmekti.
Yeni silah alımları
Bu işi yapacak yeterli miktarda üretim araçlarının bulunmasıyla bugüne kadar gül gibi geçinip giden ailenin son zamanlarda gereksinim duyduğu silahları almak için ödediği paralar ve diğer masraflar (harçlar ve pullar gibi) artınca ailede sıkıntılar başladı.
Yemen'de süren savaş, Suriye'deki savaşa yapılan maddi destekler vb. derken yeni silah alımları için ABD Başkanı Trump'a yapmak zorunda kaldığı 2 milyar dolarlık ödeme Suud ailesini pek de alışık olmadıkları bir faaliyete, düşünmeye, zorladı.
MBS, kendi adına düşündü ve aile fertleri de dahil, içte ve dışta, tüm rakiplerinin banka hesapları dahil mal varlıklarına el koydu.
Ritz "Hapishanesi"
Aralarında Suudi Arabistan'ın eski ABD büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan gibi önemli kişiler de bulunan tüm bu şahıslar Riyad Ritz Oteli'nde zorunlu ikametgaha mecbur edildiler.
Bu, Suud ailesinin tarihinde görülmemiş bir olaydı. 1964 yılında Prens Faysal'ın tahtından indirdiği Kral Saud, şerefli bir biçimde ülkesinden uğurlanmış, yeni ikametgahında alışık olduğu biçimde yaşayabilmesi için kendisi ve yaklaşık beş bin kişilik haremine gerekli mali imkanlar sağlanmıştı.
Oysa bugün Suud ailesinin çekirdeğini oluşturan en önemli dört kilit isim hedef alınmıştı: Kral Fahd'ın oğlu Bin Abdülaziz, Kral Abdullah, Prens Sultan ve Prens Nayef.
MBS ve rejimin temelleri
Aile dışında Suudi Arabistan'ın önde gelen inşaat şirketinin sahibi Bakr bin Ladin de saldırıdan nasibini alanlar arasındaydı. Saad Hariri'nin sahibi olduğu Oger firmasi (Türk Telekom'un sahibi ve Türk bankalarına milyar dolar borcu olan şirket) da aynı şekilde 31 Temmuz'da iflasa zorlanmıştı.
Genç ve dinamik MBS, hem aile geleneğini, hem zengin işadamlarını, hem İslami düşünürleri ve kamu oyunda tanınan kişileri hedef alarak, Suud rejimini ayakta tutan temel direkleri yerinden oynattı.
Bugüne kadar dış politikasında kaos yaratmayı seven ve Irak, Suriye ve Yemen'de yaptığı müdahaleler ile bunu başaran Suudi Arabistan, şimdi kaosu kendi içine taşımıştı. Ne kadar başarılı olup olmadığını zaman gösterecek.
Neden bu "hamle"?
Suudi Arabistan'ın bu hamlesinin ardında yatan gerçek nedenlere gelince. Filmi geri sarıp ABD Başkanı Trump ve ailesinin Suudi Arabistan ziyaretine geri dönelim.
Bayan Trump'ın muhteşem saçları ve duruma uygun giysileri öne çıksa da, asıl neden tabak gibi ortadaydı. Başkan Trump, Obama döneminde İran ile yapılan nükleer anlaşmayı “ABD'nin yaptığı en kötü anlaşma” olarak tanımlarken salonda oturan İsrail Başbakanı Netanyahu ve eşi gülücükler eşliğinde kafa sallayarak onay vermişler, Trump'un damadı Jared Kushner ise hısım olduğu Netanyahu ailesini ayrıca ziyarete gitmişti.
Trump, Suudi Arabistan ziyaretinden sonra yaptığı ilk konuşmada İran'ı dünyaya ve bölgeye terör ihraç eden, bölgede mezhepçiliği körükleyen ülke olarak hedef tahtasına oturtarak, ABD'nin yeni Ortadoğu politikasının İsrail'in güdümünde olacağını adeta ilan ediyordu.
Alan da satan da
İsrail ve ABD'nin yeni Ortadoğu projesinde veliaht Prens Salman'ın (namı diğer MBS) güvenilir bir ortak olacağı Trump'ın bu ziyaretinden sonra açıkça ortaya çıkmış ve Prens'in ABD ile yaptığı anlaşmalar gereğince harekete geçmesi beklenmeye başlanmıştı.
Trump ise Suudi Arabistan'da gerçekleştirdiği silah satışıyla, ABD ekonomisine, özellikle de silah sanayisinde yarattığı yeni imkanlarla, Başkanlığını kanıtlamak için bir vesile yaratmış oldu.
Kısacası alan memnun, satan memnundu. Geriye yapılacak işler kaldı.
Yapılacak işler listesi
ABD ile yapılan anlaşma gereğince Suudi Arabistan'ın yapması gereken işler oldukça uzun bir liste. İsrail ile doğrudan ilişkiye geçerek, ortak çalışma planı yapacak, bu ortak planın hayata geçebilmesi için gerekli ön koşullar ise şöyle:
- İsrail ile Suudi Arabistan arasında nükleer silahlar konusunda eşitlik sağlanacak, ya İsrail nükleer silahlardan vazgeçecek, ya da Suudi Arabistan nükleer silahlara sahip olacak,
- Suudi Arabistan bölgedeki diplomatik ve ekonomik gücünü kullanarak İsrail, Filistin ve diğer Arap ülkeleri arasında bir barış anlaşması sağlayacak, ve bunu ABD'nin belirlediği şartlarla yapacak,
- Kudüs, Birleşmiş Milletle (BM) gözetiminde özel bir uluslararası yönetime devredilecek; Filistin halkının kurulacak Filistin devletine geri dönme hakkı ortadan kalkacak, Filistinliler içinde yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçirilecek,
- Filistin devletinin bağımsızlığından söz edilmiyor. Bu konularda belli bir anlaşma sağlandıktan sonra, Filistinliler hakkındaki son karar Suudi Arabistan ve ABD tarafından verilecek,
- İran ile 5+1 olarak tanımlanan Avrupa ülkeleri arasında yapılan nükleer anlaşma yeniden gözden geçirilecek; İran'ın dondurulmuş mal varlıklarına ulaşımı engellenecek, İran ekonomisini zora sokarak, İran rejimine içten baskı yapılacak,
- Suudi Arabistan Arap ülkelerini ve kamuoyunu bu koşulları kabul etmeleri için ikna edecek.
Lübnan, İran
Suudi Arabistan kısa yoldan Lübnan'da Hizbullah'a saldırmakla işe başladı. İsrail'in görüşüne göre, 2016 Ekim ayında Lübnan'da General Aoun'un Cumhurbaşkanı ve Hariri'nin Başbakan olduğu hükümet Hizbullah'ın varlığı nedeniyle, İran güdümünde bir kukla konumundaydı.
Ortada bir resmi hükümet, bir de perde arkasında ipleri İran'ın elinde kukla hükumet vardı. İran Cumhuriyeti, devrimle iktidarı ele geçirdiği 1979'dan bu yana ABD'nin ve İsrail'in en baş düşmanı olmayı hak edecek bir tarihe sahipti.
İran devriminin lideri Ayetullah Humeyni için ABD, “başı koparılacak yılan”, İsrail ise yılanın bölgedeki yuvasıydı.
Devrimden bu yana geçen süre içinde İran, kendi içinde gelişmeler yaşayan, inişli çıkışlı bir yolda ilerlerken, ABD ile olan ilişkilerinde ilk yumuşamayı Obama iktidarı döneminde imzaladığı nükleer çalışmaların sadece barışçı amaçlarla kullanılmasını öngören anlaşma ile yaptı.
Anlaşma kurallarına uydu ve daha esnek ve yapıcı politikalar izlemeye başladı. Bu, İsrail'in hiç işine gelmedi.
Mezhepçilik
Suudi Arabistan, kendi kurucu ideolojisi olan Vahabi görüşünü, ülke içindeki Şii azınlığa karşı bir silah olarak kullanarak kendi otoriter, tekçi rejimini ayakta tutmayı başarmış, Arap ayaklanmalarından sonra mezhepçiliği tüm bölgede etkili kılabilmek için yeni yollara başvurmuştu.
İran'ın Şii bir cumhuriyet olarak varlığı, Lübnan'da Hizbullah, Suriye'de Esat rejimi, Irak'ta Şii iktidar, yanı başındaki Bahreyn ve Yemen'deki Şiiler, Suudi Krallığı’nın bölgedeki Sünni iktidarını tehdit eder hale gelince, mezhepçilik silahını bu kez tüm bölgede kullanmanın zamanı geldiğini düşünerek başta İŞİD olmak üzere, Vahabi düşünceye yakın, Şii düşmanlığı yapan örgütlere arka çıkma, mali ve askeri yardım yapmayı yeni politikası olarak uygulamaya koydu.
İsrail
Ortadoğu'nun savaşlarla yoğrulduğu bu çalkantılı dönemde Arap ülkelerini bölmek ve zayıflatmak için en elverişli zaman olduğunu düşünen İsrail, hayalini kurduğu Filistinliler olmadan, İsrail devletinin genişletme projesini yürürlüğe sokmak için devreye girdi.
İsrail, güçlü ABD lobisi sayesinde Trump iktidarı ile yakın işbirliğini sağlayarak, Suudi Arabistan kanalıyla Körfez ülkeleriyle yeni dostluklar kurma ve iyi ilişkiler geliştirme projesini hayata geçirmek için karşılıklı ziyaretler ve görüşmeler başlattı.
Netanyahu tarafından bölgedeki İsrailli diplomatlara gönderilen bir mektupta, Suudi Arabistan'ın Lübnan, Yemen ve diğer Arap ülkelerinde uygulamak istediği planlara destek vermeleri istendi.
Birleşik Arap Emirlikleri
Bu faaliyetler kısa zamanda meyvelerini verdi ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) üst düzey bir askeri yetkilisi BAE ile İsrail'in kardeş gibi olduklarını, ABD ile de sadece dost değil stratejik bir işbirliği içinde olmak istediklerini beyan etti.
BAE'nin askeri gücünü geliştirmesinin İsrail'e zararı olup olmayacağı sorulduğunda ise, “hiçbir zararı olmaz, biz hepimiz kardeşiz, ABD ise büyük ağabeyimiz” deyiverdi.
Hariri
Hariri, Lübnan'daki kutlamalara katıldı, Cumhurbaşkanı Aoun ile yaptığı görüşmeden sonra görevinin başında kalacağını Lübnan halkına şu sözlerle ifade etti: “Yolculuğumuza birlikte devam edeceğiz.”
Ortadoğu'da yolculuklar hiç bitmez, senaryolar hep yeniden yazılır, halkların hakları hiç düşünülmez, bunca yıllık mücadeleden sonra Filistin halkının kaderi Suudi veliahtları ve Jared Kushner'ın insafına kaldıysa, gerisini siz düşünün.
Veliahtlar ve damatlar dönemine hep birlikte alkış tutalım! (MUT/APA)
Kaynaklar: Le Monde, BBC, Robert Fisk, Middle East Eye, Middle East Monitor, Franklin Lamb (Counterpunch), Patrick Cockburn