Mert Fırat ve İlksen Başarır'ın ortak emeğiyle yola çıkan ve Başka Dilde Aşk'ın yolundan toplumun halının altına süpürmekte sakınca görmediği yanlışlarına değinen "Atlıkarınca"yı seyredenleriniz bu kara deliğin boyutu hakkında fikir sahibi olacaklar. Dahası, bir toplumun kendiyle yüzleşmesinin bir yolu olarak sinemanın ne kadar etkin kullanılabileceğini de görecekler.
Özcan Deniz'in "Çok fazla politik film yapılıyordu, romantik bir film yapmak istedim" diyerek son dönemlerde artan sosyal içerikli sinema eserlerini garip biçimde karalaması, Fakir Baykurt ve benzeri romancıların zamanında "memur ahlâklı" olmakla, sanki memur ve ahlâklı olmak suçmuş gibi eleştirildikleri günleri anımsatıyor.
Tam bu memur ve ahlâklı olmak meselesine değinmişken toplumumuzdaki "ahlâk" normlarının nedense hiç uğramadığı tek yere, babaların o küçük diktatörlüğü olan aileye geri dönmekte fayda var. Aileler ekonomik, sosyal ve psikolojik yapılar. Virüse en yatkın yanları ise milliyetçi, heteroseksist ve muhafazakâr yanlarıyla erkeğin etrafında şekillenmeleri.
Türkiye'nin utancını yorganların altındaki sessizliklerden beyaz perdeye taşımak zor olmuş olsa gerek. Mert Fırat'ın oynadığı karakterin (Erdem) ailesi üstünde yarattığı o baskıyı da yorganın altında yaşananlar, ya da ensest eylemiyle değil, ensestin topluma bu biçimde saklanması gereken bir "küçük kötü alışkanlık" olarak yutturulmasıyla açıklayabiliriz. Peki ya bunu beyaz perdeye aktarım biçimi?
Her şeyin ötesinde çocuk pornosu da dahil olmak üzere her şeyin küresel olarak böyle tartışmaya açıldığı bir dönemde bir ensest filmi eleştirel biçimde çekmenin ne anlama geldiğini biliyoruz. Filmi yapan ekip o tehlikeli sularda sonsuz bir tedirginlikle dolaşmış olabilir; ancak film boyunca bu yapım süreci tedirginliğini hissetmiyorsunuz.
Filmi geçip toplumsal bunalımımıza dönersek meselenin hiç de geçiştirilebilecek gibi olmadığını görüyoruz. Susma alışkanlığının özellikle aile içi fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddet ile kurduğu bağı çok iyi görüyoruz. Hatta, ekonomik olarak güçlü bir kadının (muhtemelen eşinden daha yüksek maaş alan ve daha iyi bir kariyeri olan) eşi ile bir iktidar kavgasına girmekten çekinişinin, en haklı olduğu anda bile onla kavga etmesini engelediğini gözlemlemek mümkün.
Ensest söz konusu olduğunda başvurulacak makamın ne olduğu ise apayrı bir mesele. Tecavüzün bile "tecavüzcüsü ile evlendirilme" gibi hastalıklı bir yöntemle saklandığı bir atmosferde aile içi dayanışmanın dışında bir dayanışmaya daha ihtiyaç olduğu ortada.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk esirgeme Kurumu'nun (SHÇEK) ALO 183 hattı da filmin başında reklamı yapılan aile içi şiddete karşı korunma hattı da aslına bakarsanız aile içi şiddetin belki de en sert hali olan ensestin de çözümlenmesi için birer fırsat. Ancak en azından SHÇEK'in bugüne kadarki kayıtlarından öğrendiğimiz kadarıyla ensest için bugüne dek kategorilendirilmiş bir başvuru yok. Dahası SHÇEK henüz Alo 183 hattını enseste karşı korunma ve danışma için bir yöntem olarak da sunmuş değil.
Senaryosu ithal, çekim tekniği ve üslubu yerli filmlerin istila ettiği sinema salonlarına, sanatsal olarak cesur bir örneği daha önce Nazan Öncel'in "Demirden Leblebi" adlı şarkısı ile giren ensest, "Atlıkarınca" ile beyaz perdede.
Öldürülmedikleri ya da öldürmedikleri için adını duymadığımız birçok çocuk "Çocuklar büyüklerin yanında sevilmez, kucağa alınmaz" gibi kurallar etrafında sevgisizce büyürken bir yandan da kadınları öldüren erkek sevgisine benzeyen o insanın dilini düğümleyen karanlık odalarda bir geleceği nasıl inşa edeceklerini düşünüyorlar.
Devletin, STK'lerin ve her yurttaşın "ensest" kelimesine de, eylemin ifşasına da alışma vakti gelmedi mi? Umuyorum ki ailenin karanlık çukuruna bakmayıp eşcinselleri sanki yeterince düşmanları yokmuş gibi hedefe koyan Aliye Kavaf'tan sonra yapısı değişecek olan bakanlığın başına bu karanlık çukura inmeye niyetli biri gelir. Belki o zaman halının altına süpürülen karanlık biraz aydınlanır.(SU/NV)
* Sarphan Uzunoğlu, İzmir Ekonomi Üniversitesi