"Ne acı değil mi dön dolaş
Hep o aynı irtifa kaybı"
Karin Karakaşlı
Sözüm kalbimden, süssüz, kısadır.
Hayatlarında bir kere bile hakikaten sevilmemiş, sevmemiş insanların kopkoyu kötülüklerince esir alındık. Bir yanımız bahar bahçe değil artık. Her yanımız yaprak döküyor. Yapabildiğimiz, yaprakları süpürmek, döküleceklere yer açmak. Bu kadar. Güzel bildiğimiz kim varsa koparıp alıyorlar bizden. Hayallerimiz, arzularımız, umutlarımız yırtılıp kırılıp dökülüp saçılıyor her seferinde. Yama tutmuyor, yapıştırmak kâr etmiyor. Güzellere ve onların canlarına, toprağa ve hakikate borcumuz artıyor: Ömür.
Kapkara gökle kuşatılmış bu dünyadan gitmeden az evvel Gülten Akın'ın dediğidir:
"Ucu kaybolursa bir çile
nasıl sarılır?"
Şair sözüne pek kıymet vermediğimizden olsa gerek hepimize öğüdü bu dizeleri ciddiye almıyoruz. Cevabı, biliyoruz: Sarılmaz. Ucu kaybolmasın diye tutmak, beraber sarmak gerekir. Ama biz zaten ta baştan o çilelerde ayrışmışız, ayrıştırılmışız. Suskunluğumuzun kökeni buradadır en çok. Oysa yine şairin dediğidir:
"tarih bile reddedecek utançla
sustuğumuzu"
Suskunluk
Gençliğimize Vedat Aydın'ın ağıdının gölgesi düşmüştü yeni yeni öğrenmeye, bilmeye, anlamaya başladığımız topraklardan, dilden. Büyüdük. Hrant Dink'e yandık. Kavrulduk. Sokaklardan beri gelmez olduk. Yasımıza, birikmiş yasları, öfkeleri ekledik. Ne Kürt ne Ermeni'ydik. Tam da bu sebeple ne muaf ne de hariçtik. Acı hafızaya, derin yaraya hem yoldaş hem merhem olalım istedik.
Nafile!
Zira bitmiyordu katliamlar, dinmiyordu kan. Yoldaşların, merhemlerin sayısını çoğaltamadık. Biz ülkenin batı yakasındakiler suskunluklarımızı yırtıp "yeter!" diyemedik var gücümüzle. Çocukları, kadınları, babaları, abilerı... öldürmeye devam ettiler birer, üçer, beşer... 34. Roboski.
Gün geldi, biteyazacağını düşünüverdik yeniden. Umut az buçuk kıpırdandı içimizde, dilimizde.
Nafile!
Artık daha ağır, daha şedid, daha daha daha... Sokağa çıkmaklar süresiz yasaklandı, evler tarandı, aç, susuz, elektiriksiz bırakıldı insanlar; ölüler gömülemedi buzluklarda saklandı, kapı önüne, balkona, pencereye çıkanlar tek kurşunla, roketatarlarla vuruldu... Soluksuz ve yaşamaksız bırakıldı Kürt halkı. Yeniden.
Direnişinin tarihini dört parça toprağında canıyla yazan bu halkın güvendiği elbette ama'larında kaybolanlara dert anlatmaya çalışan batının biz'leri değildik. Kendi öz gücüydü. Dilinden, canından, toprağından fışkıran direniş ve barış insanları, güvercinleriydi. Yine de ses versek fena olmazdı, neredesiniz diyorlardı, ölüyoruz! Duyma problemi yaşıyorduk ya da idrak yolları enfeksiyonumuz vardı.
"Ne acı değil mi dön dolaş
Hep o aynı irtifa kaybı"
Feryâd
Şimdi, önümde apacı bir feryâdla kuşatılmış üç fotoğraf. İnsanın, toprağın, bir halkın hakikatinin fotoğrafı. Kaç kuşak acı, yas, öfke. Sabır.
Tarih, hakikattir. Dil, can yakar. Hele hele hepsini böylesine taşıyan bakışlar, çizgiler, sesler.
Kimliğimde yazanlarla hesabımı keseli çok zaman geçti, hep yazar söylerim bunu. Böylesi her acıda canım cayır cayır yanarken bunun yetmediğini de görürüm.
Diyarbakır mitinginde patlayan bomba, Suruç, Ankara. Devletin bitimsiz öfkesi, nefreti ve sınırsız güçlerince Kürt illerinin her birinde, halkı kendi toprağında, dilinde rehin alması!
Irk, din, erkeklikle mayalanmış barbarlığın aktığı duvar yazılarının yanında şimdi o üç fotoğraf.
Birinde babasının tabutunun başında, annesinin sımsıkı sarıldığı, kara kaşları öfke ve üzüntüyle çatılmış güpgüzel Arin'in yaşından derin ve kocaman, kopkoyu bakışları. Öbürü, feryâd. Babası kendinden koparılmış genç bir kadının, Nazelin'in boynundaki şişmiş damarlardan fışkıran öfkesi, acısı. Bin âh! İçinin köşesinin cayır cayır yandığı apaçık olan ve hepimizi ölmekten beter eden o fotoğraf. Ses. O vâkur ve gücünü toprağının dilinden aldığı belli kadın. Sabrın, hakikatin, inancın ve aşkın incelttiği öfkesini kattığı sesiyle bizi Rakel Dink'in sesine taşıyan Türkân Elçi. Metânet.
Ve evladını, arkadaşını, yoldaşını, candaşını kaybetmiş; ömrünü barışa, eşitliğe, adalete, özgürlüğe adamış üç güzel insan. Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk. Acı. Direniş. Hafıza.
Ömür
Utanç boynumuzda ilmek, sırtımızda kambur. Boğuluyor ve eziliyoruz. Acıya sebep olanların hanesine yazılı isimlerimiz. Susmak da sebebe ortaklık değil mi? 100 yıldır.
Karin Karakaşlı'nın, coğrafyanın en kadim acısının dilinin, bilip de dediğidir:
"Acıyı bir veren dindirir, bir de zaman
Yoksa kim kimin uçurumuna
dal olabilmiş ki"
Hâl bu. Sorumluyuz. Kendi bulunduğumuz yerden, ezberletilmişlerin gözünden bakıp ık bık etmeyi bırakmadıkça; bu toprakların halklarının hakkını hak, talebini talep, acısını acı bellemedikçe; düğünde ve cenazede, şenlikte ve yasta yoldaşlık etmedikçe birbirimize akıtılan bu kan durmayacak. Ne ortak bir vatan ne ortak bir gelecek olacak.
Ama der Karin o dizelerin devamında:
"Ama o el var ya o el yine de
son çarendir kalan sevincindir
Tutarsın sımsıkı
Sırtüstü çakılmayasın diye"
Ne ödenen bedellere ne yaşanan acılara derman olmak mümkün. Ama belki, bir kuytuda öldürülmedik bir güvercin bırakılmıştır. Katline fermân yazılmışsa da bunu yırtıp atmak elimizdedir. Tam da bu dizelerdeki "o el" neden olmayalım, olamayalım. Devlet yoksa halk var, burada diyerek...
Yoksa her katliam sonrası bize düşecek olandır:
"Allah kahretsin ki yine henüz
hâlâ ısrarla sağdık
Ayrı istikâmetlere dağıldık"
Bense yoruldum bu dağılmaklardan. Zira, bir ömür borçluyuz "Babo ez bimrim!"* diye yakılan ağıtlara. (MK/HK)
* “Babo ez bimrim!” (Baba ben öleyim!), Tahir Elçi'nin kızı Nazenin Elçi.
- Gülten Akın, Beni Sorarsan, YKY, 2013.
- Gülten Akın, Celâliler Destanı, YKY, 20017.
- Karin Karakaşlı, İrtifa Kaybı, Aras Yayıncılık, 2015.