Bugün 19 Aralık.
Bu son günlerin içinde, bugünlerin içinde, sanki bugün en çok inanca ihtiyaç duyduğum gün gibi. Sanki bugün en çok dayanışmaya ihtiyaç duyduğum gün gibi. Sanki bugün en çok umuda ihtiyaç duyduğum gün gibi.
Bazen diyorlar ki, neden birinci tekil anlatıyorsun, doğru; bugün en çok umuda, dayanışmaya, inanca ihtiyaç duyduğumuz gün. O “birlik beraberlik ihtiyacı” masalından bahsetmiyorum.
Ben bizden bahsediyorum, hani evinde televizyonun, bilgisayarın başına geçip de üzülüp ağlayan kocaman kalabalık var ya. Hani sonunda dayanamayıp kafa dağılsın diye gidip mutfağa bir çay demleyip içen. Cidden üzülen, üzüntüsü çayla kahveyle falan da geçmeyen, ama çayını alıp yine bilgisayarın başına geçen…
İzmir’den arkadaşlar daha sık arıyor artık beni, hep benzer paylaşımları; “Peki ama sizin için ne yapabiliriz?”. Ben de çok bilmiyorum. Aklıma gelen birkaç şeyden en öne çıkan hep şu oluyor; ‘Birlikte üzülebiliriz.”
Atılan her slogan, bir kurşunun önüne geçmiyor olabilir. Ama katılan her insan, kardeşliği hayatta tutuyor olabilir.
Bugün Çukurca, Şemdinli, Yüksekova ‘Özel Güvenlik Bölgesi” ilan edildi. Bugün Cizre, Silopi, Silvan, Nusaybin ve daha pek çok yer yine yanıyor. Tanklar yine bombalıyor. İnsanların şehirleri, evleri, tarihleri yanıyor. Ölüyorlar.
Bugün 19 Aralık, Cezaevlerindeki katliamın üzerinden 15 sene geçti. Maraş Katliamının üzerinden 37 sene.
Bugünlerin üzerinden de seneler geçecek. Yaşadığımız acılar, yitip giden canlar, yakılan yıkılanlar… Hiçbiri geçmese de, günler seneler yine geçecek. Aynı 19 Aralık 2000’in üzerinden 15 sene geçtiği gibi.
19 Aralık bir gün değil bir süreçti. 20 Ekim 2000 tarihinde, Türkiye genelinde 18 cezaevinde 816 tutuklu ve hükümlünün, “F Tipi Cezaevlerinin kapatılması” öz istemiyle başlattığı süresiz açlık grevi, 19 Kasım 2000 tarihinde ölüm oruçlarına çevrilmişti.
19 Aralık’ta da 20 cezaevinde eş zamanlı başlayan müdahalelerde toplam 30 mahpus vurularak, yakılarak, iş makineleriyle parçalanarak katledildi. Onlarcası ileri derecede yanıklarla olmak üzere yüzlercesi yaralandı.
Devletin “Hayata Dönüş” gibi ironik bir isimle adlandırdığı ve sözde, “ölüm oruçlarına son vermek” için gerçekleştirilen müdahaleler sonucunda, ölüm orucundaki eylemci sayısı 100 kişi artarak devam etti.
F Tipi cezaevlerine, üstelik binaların inşaatı ve fiziki koşulları dahi tamamlanmamışken sevk işlemi de başlamış oldu. 19 Aralık günü dışarıda da eş zamanlı operasyonlar başlatıldı ve sonuçta 2 binden fazla kişi gözaltına alındı, 100’e yakını tutuklandı.
2000 senesinde başlayan ve 2007 senesine değin süren bu süreçte toplamda 121 kişi hayatını kaybetti. Ben de o süreçte Türkiye’nin değişik şehirlerinden sürece katılan ama hep birlikte koşturmaya çabalayan bir grup avukatın içerisindeydim.
Cezaevlerinde ve dışarıdaki direniş evlerinde, ölüm oruçları boyunca toplam 13 yakınımı, müvekkilimi, arkadaşımı ölümün kollarından çekip alamayan bir avukat.
Acı, insana yaklaştıkça büyüyor. Suya atılan bir taş, etrafında halkalar oluşturuyor. Bu halkalardan en yakında olanlar belki diğerlerine göre (daha az insanı kapsayacak) daha küçük, ama en belirginleri oluyor. Evet belki o travmayı atlatamadan, ama “herkesle birlikte “baş edebilme”gücünü öğrenmiş olmanın ayakta tutuculuğuyla ben de yoluma devam edenlerden oldum.
Umut, gökten zembille inmiyor. Umut, insanın kendisinin var ettiği bir şey. Öyle “umut her yerde” dendiğinde “her yerde” olmuyor. Biz var ediyoruz umudu. Biz birbirimize hediye ediyoruz. Bazen de birbirimizin kafasına çalıyoruz.
2009 senesiydi, Mardin’in Mazıdağı İlçesi’ne bağlı bir köyde, korkunç bir katliam gerçekleşmişti. Ancak senaryosu uydurulmuş filmlerde olur sandığımız türden, büyük ve kanlı ve korkunç ve şaşkınlık verici. Sonrasında günlerce kendime gelememiştim. O dönemde o katliamla ilgili Ankara’dan bir kadın heyeti geldi, sohbet sırasında “Bu olanlarla nasıl baş edebileceğimi bilmiyorum” dedim. Çok umutsuzdum bunu söylerken.
Heyetten yaşça benden hayli büyük bir kadın, dedi ki “Hayır kabul etmiyorum bu umutsuzluğu. Biz ki bu topraklarda Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı yaşadık. Ama yılgınlığa düşmedik. Yolumuza devam ettik. Kabul etmiyorum bu umutsuz aktarımı. Derhal silkinin”.
Derhal silkindim. Doğru söylüyordu. Hem ben değil miydim, 2000 senesinde başlayan ölüm oruçları sürecinde, ölümlerin, yaşanan en kötü olayların ardından, dışarıda inatla ve sevgiyle çırpınan dostlarıma, ellerimde çiçek demetleriyle giden. Sırf yılgınlığa düşmesinler, kararan gönüllerine bir tutam çiçek kokusu dolabilsin diye.
Bugün İzmir’den bir kardeşim çok umutsuz olduklarını yazdı bana. Hayır dedim ona, aynı bana o Ankara heyetindeki kadının dediği gibi. “Hayır, umutsuz olunmayacak, ayakta kalınacak, daha güçlü, daha derin, daha emin.”.
Çayımızı içip kalkılacak, üzülen bir dostun yanına katılıp yanan insanlığa dur denilecek. Pes edilmeyecek, bu günler geçip gittiğinde, en azından gün olup geçtiğinde, yanında insanlığımızı alıp götüremeyecek.
2000 ölüm oruçlarında hep şunu demiştim kendime; “Bir kişiyi daha hayatta tutmaya yeter mi bilmiyorum sesim, ama susarsam insanlığımı kaybedeceğim.” (ÖDM/EKN)