Malfono Abdülmesih Numan Karabaşî, 1903 yılında siyaha çalan bazalt taşlarından sebep Kara Âmid olarak anılan Diyarbekir surlarına nazır Karabaş köyünde dünyaya gelmişti.
Köy, 16. yy’da Diyarbekir’deki Halvetiyye tarikatının Gülşeniyye koluna mensup dervişlerin, dört terkli siyah renkli taç giyinmelerinden ötürü bu ismi almıştı.
Halvetiyye’nin Karabaşiyye kolunun kurucusu Karabaş-ı Veli’ye göre bu isimlendirme, köyün yakınındaki Gülşenî Dergâhındaki karabaş dervişlerine verilen ama siyahser rahipleri çağrıştıran bir isimlendirmeydi sadece. Ayrıca dönemin Müslüman medreselerinde okutulan Abdurrahman Karabaşî’nin Tecvidini de bir hayli anımsatıyordu.
Babasının adı Hanna’ydı Karabasî’nin. Annesinin ise Menûş. Altı yaşındayken kardeşi Emanuel’le birlikte kaybetmişti babasını. 1911 yılında o dönem Âmid Metropoliti olan, sonrasında ise Mardin’in son Süryani kadim patriği olacak Mor İgnatios Yuhanna Elyas Şakir tarafından Mor Hananyo (Deyrulzafaran) Manastırı’na gönderilmiş ve orada manastır aşçısına çıraklık etsin diye mutfak işleriyle görevlendirilmişti. Ancak küçük Numan’ın bugünkü adıyla gastronomiye değil, filolojiye merakı vardı.
Deyrulzafaran Ruhban Okulunda eğitimine devam eden Elyas Qoro ve Toma Yakup gibi rahiplerden Süryanice, Arapça ve Türkçe dersler almaya başlaması mutfaktaki çıraklık günlerine denk gelmişti. Söz konusu bu çırağın dil becerisini ilk fark edense ona Süryaniceyi sevdirerek öğreten ve bu hususta büyük çaba sarf eden manastırın bilim dostu bilge Metropoliti (Yu) Hanna Dolabanî’ydi. Dolabanî, sevgiyle korku arasında bir eğitim yöntemi izleyerek Karabaşî’nin Süryaniceyi iyice kavramasını sağlamış büyük üstadıydı.
Genç Karabaşî’nin Dolabanî’nin rahleyi tedrisinde her türlü feyzi aldığı o günler bir taraftan da I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı, bu sebeple de manastır üzerinde kara bulutların gezinmeye başladığı günlerdi. Karabaşî’nin çok sonradan kaleme alacağı ve kapağında da Dökülen Kan: Mesih Kuzularının Katli yazılı kitabının konusuna mazhar günler yaşanıyordu dört bir tarafta. Ama o tüm yaşanan bu zorlu süreçte bile el çekmemişti eğitiminden tıpkı Bar Ebroyo gibi. Halep yanarken o oturup kitap ve kalemle meşgul olmuştu…
***
1921’de on sekizine yeni basmış, dört dil bilen genç Karabaşî için artık manastır hayatının zorluğu da yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Manastırın katı disipliniyle bilinen başrahibi Yuhanna Kendur, Karabaşî’den eğitimini manastır dışında da sürdürmesini istemişti. Bu sebeple İsa Mesih’in iyi bir çoban koyunları uğruna canını verir (Yuhanna 10:10-11) düsturuyla manastırın çobanlığı görevini ona vermişti. Ancak Kendur’un Karabaşî’den çobanlık ve benzer ağır işleri yapmasını istemesi genç Numan’la arasının açılmasına neden olmuştu.
Kendur’un kendisinden o ağır işleri ne hikmetle istediğini anla(ya)madan, gençliğin de verdiği bir ruh haliyle manastırdan ayrılarak Diyarbakır’a dönmüştü bir sabah ansızın.
Gazzali’nin medreseden kaçışı gibi o da manastırdan kaçmıştı ve o da tıpkı Gazzali gibi yıllar sonra ancak anlayabilmişti bu kaçışın nedenini ve kendisinden istenen ağır işlerin hikmetini. Ama ne yapsa da o bir manastır kaçkını olmuştu artık…
Genç Numan için günler, müslim veya gayr-ı müslim, eli silah tutan tüm gençlerin Peygamber ocağına alındığı günlerdi. Askerlik çağına gelmiş Numan’ın da bir şekilde artık ocağa teslim olması gerekiyordu. O zamana dek peygamber ocağını ateş başında anlatılan anılar kadar bilen Numan için o ocakta başka şeyler pişirilmişti birkaç yıl önce. Bu yüzden ocağa gitmek istememişti.
Peygamber ocağına gitmektense peygamberler gibi hicret etmeyi tercih etmiş ve Diyarbekir Metropoliti Mor Diyonesyos Abdunnur tarafından gizlice Lübnan’ın başkenti Beyrut’a gönderilmişti. Hayatının en büyük kırılması da işte o Beyrut seferinde olacaktı. Çünkü bu gidişinden sonra bir daha memleketine dön(e)memiş, hayatının sonuna kadar Beyrut, Suriye ve Filistin yani Levant bölgesinde yaşamak zorunda kalmıştı. Memleketinden uzaktaki o hicret duygusunu ise Beyrut’ta Cibran Halil Cibran’ın Peygamber kitabını Süryaniceye çevirdiği günlerde derinden hissedecekti…
***
Malfono Abdülmesih 1926 yılında Beyrut’taki Süryani yetimhanesinde bir yıl öğretmenlik yaparak başlamıştı eğitimciliğine. Bu yetimhane ya da eski ismiyle Darüleytâm, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş günlerinde kapatılmış ve Adana’dan Beyrut’a nakledilmiş bir yerdi. Dolaysıyla şu fani dünyada yetim kalmış Karabaşî’ye çok da uzak olmayan o yetimhane onun Süryanicede ne kadar mahir olduğunu göstermesinin ilk adresi olmuştu.
Adı ve Süryaniyat sahasındaki birikimi giderek tüm Levant bölgesinde yayılmaya başlıyordu. Bu sebeple 1937 yılında Filistin’deki Beytüllahim okuluna öğretmen olarak çağrıldı. İki yıl sonra Kudüs’teki Süryani okuluna geçti ve burada da toplam 12 yıl görev yaptı. Cibran’ın İnsan oğlu İsa kitabını Süryaniceye çevirmek, Süryanice Kilise İlahileri gibi eserler vermek için Kudüs’ten daha uygun yer olamazdı onun için. Ve öyle de yapmış, telif ve tercüme eserler vermek için fırsatı iyi değerlendirmişti.
Öte taraftan entelektüel gelişimi de günden güne artıyordu. Bu sebeple kendi anadiliyle aşk temalı bazı denemeler yazıyor, özellikle tarih bilinci yüksek tiyatro metinleri kaleme alıyordu. I. Şarukin adlı ilk tiyatro metnini Asur Kralı Sargon’a selamla kaleme almıştı ve bu eserini Mezopotamya’dan iki tarih anlatısıyla; Ninova’nın Düşüşü ve Asma Bahçelerinin Gölgesinde eserleriyle devam ettirmişti. Kaleme aldığı o tiyatro metinlerini de Hamurabi Kanunları ile Gılgamış Destanı gibi Mezopotamya ve Beynel-Nahreyn tarihiyle yakından alakalı eserlerin Süryanice çevirileriyle desteklemişti.
1951 yılında Suriye’nin Kamışlı kentindeki Süryani okullarında öğretmen olarak görevlendirildi ve burada da toplam 17 yıl boyunca Süryani dili, kültürü ve edebiyatına hizmet verdi. İsmiyle müsemma on ciltlik okul kitapları dizisi ile dört ciltten oluşan Süryanice Dil Bilgisi ve Gramer kitaplarını da burada hazırladı ve kendi imkanlarıyla bastırarak Süryanilerin kullanımına sundu. İşte bugün nasıl ki Abdurrahman Karabaşî’nin Tecvidi, medreselerin duvarlarında yankılanan harflerin öğreticisi olmaya devam ediyorsa, Abdülmesih Karabaşî’nin dil setleri ve gramer kitapları da aynı kararlılıkla Süryani okullarında dilden dile aktarılmaya ve öğretilmeye devam etmektedir.

Mahir bir dil ustası ve Süryanice üstadı olan Karabaşî, ruhunun en derin izlerini kazıdığı Kamışlı’da geçirdiği bu uzun ve verimli dönemde, modern Arap edebiyatının öncülerinden Mihail Nuayme’nin Çehreler adlı eserini Süryanicenin incelikli diliyle yeniden yorumlamış ve bir anlamda Nuayme ile Nuayeme’nin Lika adını verdiği eserindeki Araplaşmış bir Süryani’yle yüzleşmesini de kendi diline aktarmıştı.
Gerçi bu yüzleşme onun sadece düz yazılarında ya da çeviri eserlerinde kendini göstermiyordu. Bir şair olarak hem kendi yazdığı şiirlerine hem de şiir çevirilerine yansımıştı bu kimliksel durum. Çünkü kalemi şiirde daha mahirdi. Dünyaca ünlü bir çok şairinden antolojiler hazırlamıştı. Kendisine ait Hamriyyât/Şarap şiirlerini var etmesindeki başlıca idolü ise Ömer Hayyam’dı mesela. Hayyam’ın rubailerinin Süryaniceye çevrilmesi onun için kutsal olanın dışına itilmiş yalnızların bir buluşma noktasıydı sadece. Çünkü Hayyam’ın, akıl, isyan ve hazcı bilgelikle harmanladığı o rubaileri bir anlamda Karabaşî’nin yalnızlığını ve tek başına diliyle sürdürdüğü direniş biçimini ifade ediyordu.
Ondaki bu felsefi ve ontolojik ifade biçiminin en doruk noktası ise Hintli şair Rabindranath Tagore’un Gitanjali (Tanrı’ya Adanmış Şiirler) Meyvelerin Toplanması (Yemiş Zamanı) ve Bahçıvan gibi eserlerini modern Süryaniceye kazandırdığı çalışmalarında kendini gösteriyordu. Çünkü birbirinden uzak coğrafyalarda, farklı iki inanç sistemi ve edebî geleneklere yaslanmış olsalar da her üç şairde (Hayyam, Tagore ve Karabaşî) mistik bir duyarlılık, dil sevgisi ve insani derinlik açısından dikkat çekici ortaklıklar söz konusuydu.
Tanrı’yla doğrudan ilişki kurmaya çalışan, içsel sesin peşinden giden mistik birer düşünürdü üçü de. Süryaniceye tutkuyla bağlı Karabaşî ile az sözle çok düşündüren Hayyam ve dahi Bengalcenin zarafetini yücelten Tagore, dillerini yalnızca bir iletişim aracı değil, estetik bir yaşam biçimi olarak da kurgulamış üç şairdi. Kilise, Mescid ya da Hindû tapınaklarının kurumsal din anlayışından azadeydiler ve kişisel inançlarıyla beraber Doğu geleneğine dayanan yeni söylemleri vardı üçünün de…
***
Karabaşî’nin Kamışlı günleri 1967 yılına kadar sürmüştü. Bu tarihten sonra Suriye Eğitim Bakanlığı tarafından okullar kötü idare ediliyor nedeniyle kapanmış ve Karabaşî aynı yıl Nuayme ve Cibran’ın memleketi Beyrut’a dönmek zorunda kalmıştı. 1972 yılında Mor Efrem Ruhban Okulu’nda Süryani dili üstadı olarak tekrar görevlendirildi ve burada da üç yıl çalıştı. Söz konusu bu okullarda geçirdiği toplam 35 yıl boyunca sürekli olarak Süryani dilini derinlemesine inceledi, araştırdı ve geliştirdi.
Süryanice öğrencilerine dönük ders materyallerini hep biraz daha ileriye taşıdı. Yani Süryani dilinin gönüllü bir hizmetkarı oldu hep. Bununla beraber entelektüel birikimi ve edebiyat dünyası da bir hayli zenginleşti. 20. yy’da yetişmiş çok sayıdaki Süryani entelektüellerden sadece birisiydi fakat o da diğer akranları gibi hep kilisenin gölgesinde meçhul bırakılmıştı… Ne bir kimsenin ne de kilisenin eli elinin üzerine konmamıştı. Elinin üzerindeki tek el kendisin eliydi. Sadece kendisi gibi Süryani entelektüel Urfalı Abraham Nuro’nun elini omuzlarında hissetmişti o kadar tıpkı aşağıdaki şu eski mütevazi fotoğraf karesinde görüldüğü gibi…

Önde, ortada
Evet, Malfono Karabaşî Deyrülzafaran’da hiç çobanlık da yapmamıştı belki, ama Ortadoğu’nun dört bir yanında Süryani kültürüne ve Süryaniceye gönül vermiş nice kuzuya gerçek bir çoban olmuştu. Bunu da yalnızca o ateşli hitabeti ve nüktedanlığıyla değil, Süryani dili ve kültürüne; özellikle de bu kültürün modern çağdaki entelektüel yönüne yaptığı eşsiz katkılarıyla açıkça ortaya koymuştu oysa, hem de hiç minnet etmeden. Ve 1983 yılında o mütevazı hayatını Beyrut’ta, sefalet içinde noktalayıp gitmişti Beyrut’un tenha bir banliyösünde. Ve eğer Cebel Lübnan Süryani Metropoliti Mor Theofilos George Saliba’nın kısmî destekleri olmasaydı, bu değerli dil ustası, yüreği zengin entelektüel insan, yaşlılığını daha sefil ve daha perişan bir halde geçirmek zorunda kalacaktı belki de…
Ve içerisinde bir tek çocuk sesinin bile yankılanmadığı o gösterişli triplekslerle övünen Süryani toplumu, yıllar boyunca diline, kültürüne, kimliğine ve entelektüel birikimine adanmış ömrüyle hizmet etmiş bu kendi evladına karşı kayıtsız kalmış, ona bir mezar taşını dahi çok görmüştü... Oysa sahipsiz ve mezarsız bırakılan her bir değer, toplumun kendi köklerinden kopardığı bir damardı; her biri, hafızasından eksilen bir nefes, yitip giden bir hafıza tortusuydu...
Hatırasının, Süryani toplumunun vicdan ve ortak hafızasında canlı tutulması dileğiyle...
(HA)




